“Toplum İçin Yerel Yönetim” Yazı Dizisi: Mahmut Üstün yazdı | Güçlü tarım sağlıklı kentleşme

Abone Ol
“Yeşil Devrim” bir ABD projesiydi. En özet ifadesiyle tarımda kimyasal girdi kullanımını yaygınlaştırmak suretiyle üretimi artırmaya “Yeşil Devrim” adı veriliyordu! Böylece üretim artırılacak ve dünyadaki gıda ve açlık sorunu çözülecekti. “Yeşil Devrim”e o kadar büyük bir anlam atfediliyordu ki, bu projenin öncüsü kabul edilen Norman Ernest Borlaug’a 1970’de Nobel Ödülü veriliyordu. Aslında gerçekte yaşanan tarımın başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin kontrol ettiği bir küresel sektör haline dönüştürülmesiydi. “Yeşil Devrim” bizim gibi coğrafyalarda tehlikeli bir tarımsal bağımlılığına neden olduğu gibi, artan kimyasal kullanımı nedeniyle kanser, alzheimer gibi hastalıkların yaygınlaşmasına da yol açtı. Bugünlerde de, benzer bir GDO Devrimi söylemiyle karşı karşıyayız... Tarımdan Vazgeçilmemeli... Oysa tarım ülkesi olmak değil; yalnızca tarımla yetinmek, bir geri kalmışlık göstergesidir. Nüfusu 16 milyon olan ve tarıma elverişli araziler açısından bize göre daha dezavantajlı bulunan Hollanda, gelişmişliğini ve refahını bugün büyük ölçüde tarımsal üretim kapasitesine borçludur. Bir sanayi devi olan Almanya aynı zamanda bir hayvancılık ülkesi olma özelliğini özenle korumakta ve geliştirmektedir. Tarımsal üretim ve ihracat açısından ABD ve Hollanda’nın arkasından yine gelişmiş bir sanayi ülkesi olan Fransa gelmektedir. Tam da dünya da tarımın en az enerji kadar stratejik bir öneme sahip olduğunun bilince çıktığı bir dönemde, ne gariptir ki Türkiye tarımdan vazgeçmiş bir ülke haline dönüştü. Bir zamanların tarımda kendine yeterliliği ile övünen, 3 bini endemik -yani sadece Türkiye’de bulunan- olmak üzere toplam 13 bin çeşit bitki hazinesine sahip olan Türkiye, yıllar içinde en temel tarımsal ürünlerde bile dışa bağımlı hale geldi. Gıda sektörü ekonomik bağımsızlığın önemli bir güvencesidir. Ekonominin krizlere karşı direncini artıran çok önemli bir etmendir. Aynı zamanda istikrarlı bir ihracat kalemi olarak son derece stratejik bir sektördür. Dahası önemli bir temiz enerji kaynağıdır. Biyoenerji adı verilen yeni ve çok önemli bir enerji kaynağını içinde barındırmaktadır. Gıda Güvenliği ve Yerel Yönetimler... Bütün bunlardan ders çıkarıp tarımda gereken açılımları yapmak yerine Türkiye, her geçen gün tarımsal alanda daha kötü bir noktaya savrulmaktadır. 8 Kasım 2006 da yürürlüğe giren ve köylünün kendi ürettiği tohumu ya da fideyi yalnızca takas edebileceğini ama satamayacağını öngören 5553 sayılı Tohumculuk Yasası, Türk tarımını tohum alanında da dışa bağımlılaştırmaktadır. Dünyanın bir kaç önemli zeytin üreticisinden biri olan Türkiye’de, son dönemde yaşanmakta olan zeytin ağacı katliamları ise tümden iç karartıcıdır. Ezcümle ülkemizde toplam işlenen tarım alanı son 16 yıllık süreç içerisinde % 12,4 oranında düşüş göstererek 23,6 milyon hektara kadar gerilemiştir. Gıda güvenliği konusu son derece stratejik bir konudur. Bu alanda önlemlerini almayan bir ülkenin reel anlamda bir ekonomik kalkınma yaşaması da, sağlıklı bir kentleşmeye sahip olabilmesi de oldukça güçtür. Tarım sorunu yerel yönetimleri de çok yakından ilgilendiriyor. 3-4 Haziran 1996’da İstanbul’da gerçekleştirilen Habibat II toplantısının ana temalarından birisi, kentsel tarımsal alanların betonlaşmaya kurban edilmesinin çökertici sonuçlara yol açtığı idi. Bu toplantıda kentsel tarım alanlarının, en az diğer kentsel mekanlar kadar önemli olduğu kuvvetle vurgulanıyordu. Oysa Türkiye’de ve bizzat TÜİK’in açıkladığı rakamlar gerçekliğin tam aksi yönünde olduğunu ortaya sermekte TÜİK rakamlarına göre, Türkiye son 10 yılda, 2 milyon 573 bin futbol sahasına denk gelen 27 milyon 825 bin 64 dekar tarım arazisini inşaata kurban vermiş durumda. Gerçekten de yeterli, kolay ve ucuz ulaşılabilir tarım üretimi olmadan kentlerin doymasını garanti altına almak mümkün değil. Özellikle kriz, savaş vb. koşullarında kentler yakın çevrelerinde tarımsal üretim yoksa bir de açlık sorunuyla yüz yüze kalır.   Ayrıca kentsel tarımın çöküşü, kent çeperindeki kırsal bölgelerde geçinemez hale gelen insanların kitleler halinde kentlere göçünü doğurmaktadır. Yeni istihdam alanları oluşmadan gerçekleşen bu yeni göç dalgası, kentsel sorunların her alanda ve katlanarak büyümesine neden olmaktadır. Kentsel tarım alanlarının giderek daha fazla imara açılmasının doğurduğu yeşil kıyımın ve artan betonlaşmanın yarattığı sorunlar da cabası...  Ankara üzerinden durumu somutlayalım: Ankara Kalkınma Ajansı’nın yaptığı bir araştırmaya göre Ankara ilinde yaşayan kırsal nüfus oranı son 10 yıllık dönemde yaklaşık % 263 oranında bir düşüş göstererek 2011 yılında 128.777 kişi olmuştur. Bunun kent kırsalından kent merkezine çok büyük bir göç yaşanması ve kent kırsalının insansızlaşması anlamına geldiği açıktır.  Kırsal alanlarda yaşayan nüfusun hızlı düşüşünün sonucu olarak işlenen tarımsal alanlar azalmış. Nitekim son 16 yıl içerisinde toplam işlenen tarım alanı %11’lik bir düşüş görülmekte. Tarım sektörünün dış ticaret payı ise 2002 yılında %3,95 iken bu oran 2011 yılında %1,83’e düşmüş. Tarımın ithalattaki payı ise aynı yıllar arasında %2,25’ten %5,29’a çıkmış... Bu rakamlar başkentin tarımsal üretim konusunda hiç iç açıcı bir durumda olmadığını gösteriyor. Bu tabloya göre -hele de kriz koşullarında- Ankara ciddi bir gıda krizi riski ile yüz yüzedir. Tabi ki kentsel tarımın geliştirilmesi alanında gerekli önlem ve çalışmalar bir an önce hayata geçirilmez ise...