Kâğıt işçilerimizden olan, bizim ismini deşifre etmeyeceğimiz ve yazıda Mehmet olarak kullanacağımız, Kürt halkı nezdinde zorunlu göç ve koruculuk dayatılmış aynı kaderi taşıyan pek çok kağıt işçisi ailesinden birisinin gerçek öyküsü. 

Bundan yaklaşık 11 ay evveldi ilk merhabamızı diyemediğimizde. Diyemediğimiz diyorum çünkü kılığımızı kıyafetimizi, kendinden olmadığımızı gördüğünde ürkmüştü Mehmet ağabey. Ortalama insanların yaşayamayacağı türden ama kâğıt işçilerinin ise büyük bir keyifle yaşadıkları 10’ar kişilik barakalardan birinde kalıyordu. Bir avuç cennet misali buna da şükür deyip hiç sığınacak yerleri olmayanlar ne yapsın diyorlardı. Baraka sahibi ve sorumlusu beni oldukça sıcak karşılamıştı, içerdeki diğer kâğıt işçileri de. Ama Mehmet ağabey, Kürt geleneklerinin kendine has güzelliği içerisinde hoş geldin demiş, gelmemden hoşnut olmasa da bunu ifade etmeden bir kenara geçip oturmuştu. Sohbet ilerlemiş kâğıt işçiliği ve kâğıt işçilerinin temel sorunlarına dair konuşup dernekleşme çalışmasını anlatırken bir gözüm sürekli ondaydı. Diğer kâğıt işçileri sürekli sorular sorup hatta bu iş bizim sonumuz olur ağabey derlerken, Mehmet ağabey sesini çıkarmadan öylece beni süzüyor ve her söylediğimi dikkatlice dinliyordu. Sohbeti sonlandırıp yine geleceğimi belirttiğimde herkesten önce ayağa kalkıp gayet ölçülü bir şekilde güle güle demiş toplam konuşmamız bu kadardan ibaret olmuştu.

Aradan 1 hafta geçmiş yine aynı yerin yolunu tutmuştum, geleceğimi bildikleri için çayları demleyip otlu peynir, kaymak ve tereyağından oluşan güzel soframızı hazırlamışlardı. Mehmet ağabey yine sadece hoş geldin demiş ve aynı köşeye geçip oturmaya başlamıştı. Ben ısrarla geri dönüşüm üzerine yasaların çıkacağını ve bu yasaların kâğıt işçileri için oldukça zor dönemleri haberdar edeceğini anlatırken yine sadece dinliyordu. Arada O’na doğru bakıp anlatırken hiç oralı olmuyor gibi davranıyor, başımı çevirdiğimde ise pür dikkat dinliyordu. Yine giderken sadece bir güle güle demişti. Aradan epey haftalar geçti ısrarla aynı barakaya gidiyor, bu adamı merak ediyordum. Bir arkadaşım "deşme Dinçer elbet vardır anlatamadıkları" dese de, kendime bir türlü hâkim olamıyordum. Neredeyse tüm o bölgedeki kâğıt işçilerini tanıyordum ama Mehmet ağabeye dair bir şey yoktu. Sadece ben değil diğer baraka yaşayanları da bilmiyordu. İşini yapar kimseye karışmaz ve bir şeyler bulursa okur diyorlardı.

Aradan yaklaşık 3 ay kadar geçti sadece diyalogumuz merhaba ve güle güleydi, olmuyor, konuşmuyor hatta bazen öfkeli bakıyordu. Dünyasına girmeye çalışarak iyilik mi ediyorum kötülük mü ediyorum arasında kalarak anlamlı bulduğumuz dernek çalışmasına devam ediyordum. 3 ay sonunda ilk defa konuşmuş depo sorumlusunun olmadığı bir gün buyur gel bir çay içelim demişti. İnsan egosu mudur adına ne dersek diyelim o an yaşadığım mutluluğu halen kendime dahi tarif edemiyorum. Elbette gelirim ama çaylar açık olsun demiştim ve gülüşmüştük. İlk sohbetimiz diye bir anda onlarca şey sormak yerine kendimi anlatmaya çalıştım. Neden kâğıt işçileri, neden pek çok insan varken onların yaşamlarına dair bir şeyler yapmak istediğim sorularını o sormadan kendim anlattım. Memleketi hariç hiçbir soru sormadım, Şırnaklıydı tek bunu öğrenmiş ve bu öğrendiğimle oradan kalkmıştım. Giderken bana beni gayet mahcup edecek bir şekilde yaşı benden çok fazla olmasına rağmen Dinçer Bey lütfen bu sohbetimizi kimse bilmesin demişti. Mehmet ağabey depoda kantarcıydı, depocunun bir yerde eli ayağı misali.

Aradan haftalar geçiyor, ben Mehmet ağabey ile iyice kaynaşmaya başlıyordum. Sadece Mehmet ağabey ile değil tüm kağıt işçilerinin benim için destansı hayatları beni oranın bir parçası yapıyordu. Yavaş yavaş her şeyi konuşur azcık hayatı çekiştirir, bazen depocuya sallar, bazen de "kadınları anlayamam" derdik. Bir gün Mehmet ağabey: "Dinçer Bey kimsin neden biz kurban olam dürüst ol" demişti. Hiç tereddüt etmeden "Dinçer gördüğün kişiden başkası değil ve göreceğin kişide hep aynı Dinçer olacak. Biz toplumun görünmez adamları görünmez kadınlarıyız, bizleri görsünler Mehmet ağabey" diye cevap verdim. Ve beklemediğim bir yanıt aldım. "Görmesinler bizi, sen bana kötülük ediyorsun görmesinler bizi" demiş ve yine kapanmıştı içine. Telefonla arıyorum açmıyor yanına gidiyorum konuşmuyor, hatta elinden gelse ilk başlarda verdiği zoraki selamı dahi vermeyecekti.

Aradan epey zaman geçti, dernekleşme çalışmamız sonuna geldi, yol arkadaşlarımız sosyoloji öğrencilerinin bir bölümü ve Sahne Dışı Sokak Tiyatrosu ile birlikte 1 Mayıs'a katıldık. Birtakım resmi müracaatlar yaptık ama Mehmet ağabey sessizdi. Dayanamadım depoda kimse olmadığı bir an yanına gittim. "Ben Dinçer'im peki sen kimsin, ağabey, neden bu korkun kaygın sen de bana dürüst ol" dedim.  Git dedi, "Olmaz bugün burada bunu halletmeden gitmek yok. Neden uzak duracağımı bileyim bari yine öyle gelmeyeyim" dedim.

"Neden bu çöplerdeyiz düşündün mü?" diye başladı, "Bak pek çoğumuz kader dediklerini yaşıyor büyük kentlerin çöplerinde. Aslında belki görünmek istemiyoruz ama sen zorla bizi göstermeye çalışıyorsun. Ailem ve köyüm 94 senesinde dağıldı, 4 çocuğum var biri kız. Köyümüz 100-130 hane kadardı. Ekip biçer, hayvancılık yapardık. Bir gün asker geldi, köyü boşaltacaksınız dedi ya da korucu olacaksınız. Seçme şansımız yok, ya terk edeceğiz ya da kalıp kendi halkımızla savaşa gireceğiz. Kimi terk etti kimi ben korucu olmam dedi, kimi kabul etti. Koca bir köy bir günde hiç edildi. Hayvanlarımız ahırlarda, mahsulümüz tarlalarımızda yakıldı. Feryat figan dinlemediler kimseyi ve yaktılar köyümüzü. Korkumdan koruculuğu kabul ettim, etmez olaydım. Her operasyon dönüşünde komutanlar bu günde mi ölmedi bunlar diye bizlerden söz eder dururlardı. Ta ki, savaşa yeter kan dursun diyene kadar. Komutanlar askerden çok korucuların ölmesini istiyor, özellikle bizlerin ölmesi için yeni kamuflajlar veriyor, hareket halindeyken bizleri başa ve sonlara koyuyorlardı kolay hedef olalım diye. Günaşırı ölüm korkusunu yaşamanın ne olduğunu bilir misin? Biz her gün ölüyorduk oralarda. 1 sene kadar koruculuk yaptım, canıma tak ettiği gün, silahınız da savaşınız da batsın deyip silahı bıraktım. Benim gibi çok silah bırakan oldu. Ve zorunlu göçe mecbur kaldık. Hanım Türkçe bilmiyordu, kızı 14 yaşında verdik o hayatını kurtardı, çocukların biri kaçtı, diğerleri benim gibi çöpte. Sonra köy tekrar toparlanmaya başlayınca hanımı memlekete saldım. Şimdi hanım memlekette ben ne gönderirsem onunla yaşıyor. Şimdi Dinçer bey neden görünmeyelim dedim anladın mı" dedi. Tek kelime edemedim, hani hep romantik sözler olsun diye kelimeler boğazımıza düğümlenir deriz ama pek de göremeyiz düğümlendiğini. Lakin benim düğümlenmişti. "Özür dilerim" dedim. "Ama bu özrüm seni görünür yapmaya çalıştığımız için değil, yaşadıklarınızı anlayamayan ve yana döne inkâr eden bir toplumda bu çığlıklarınızı, acılarınızı yıllardır görmezden geldiğimiz için özür dilerim" dedim. Özellikle hayatını yazacağımı ismini kullanmayacağımı ve bana güvenmesi gerektiğini söyledim. Sen bilirsin dedi her zamanki mahcupluğuyla. "Asıl sen bilirsin Mehmet ağabey, sana şu saatten sonra ne diyebilirim ki" dedim ve bitirdik sohbeti.

Ağustos ayında Mehmet ağabey kağıt işini bırakacağını zabıtanın, çalıştığı bölge belediyesinin sürekli tacizlerinden bıktığını, artık pamuğa ve biber toplamaya gideceğini söyledi. Yevmiye 50TL iyi para diyor, ah birde şu yevmiye kesen bazı çavuşlar olmasa diye devam ediyordu. Bir yandan da bana laf iliştiriyordu ne zaman görünür olacağız diye. Helalleştik, hayata dair büyük büyük laflar etmenin yaşam da, bunları yaşayanlara dair pek karşılığı olmadığını anladım. Sadece bilinçlendirme ve kağıt işçiliğinin kendi sınıfsal, kültürel sorunlarına dair konuşmam daha anlamlı olurdu artık. Çünkü o kadar çok benzer yaşanmışlık varken en azından kendi payıma hayat şudur ya da budur türünden felsefi sözler etmemin hiçbir hikmet-i alamet-i yokmuş bunu artık daha net kavrıyorum.

Mehmet ağabey Antep’e bibere gitti, orada mutludur umarım. Çaresizlik öyle illettir ki, bazen üzerimize kimlik olur yapışır. İnkâr etsek de kaçınılmazı kendi içimizde er ya da geç yaşarız. Mehmet ağabey ve benzer süreçleri yaşayan çokları için değişmeyen iki şeyin olduğunu gördüm. Birincisi göç, ikincisi sınıfsal ve pek çok açıdan işçileşemediklerini, işçileştirilmediklerini gördüm. Kavramın teorik manasıyla işçileşmekten dahi söz etmiyorum, hayata karşı duruşları ve toplum içindeki tavırlarından bahsediyorum.

Yazıyı noktalarken, yazarken benim için ve okuyanlar için kolay olsa gerek. Ne kadar empati kurarsak kuralım, fiziki bir yaşanmışlığı anlamının ölçüsü yok. Öykü diye yazdığımız şeyin toplam bir yaşanmışlık olduğu gerçeğini bilmek ya da bilmezden gelmek, bu acılarla senelerce yaşadıklarını bilmek dahi çekilen acıların hiçbir noktasına temas edemez. Hep bir Mehmet hikâyesi yazmaya çalışacağız, kimini gerçek adıyla kimini istemezse bizim adlandırmamızla. Ama yazacağız, toplumlar göremediklerinden de mesuldürler. Yolda yürürken kimi zaman ürktüğümüz, kimi zaman korktuğumuz, kimi zaman bunlar bilmem ne dediklerimiz görünmez İnsanlarımızın öyküsünden biriydi bu, belki görmek isteyenlere!

Dinçer Mendillioğlu, Atık Kağıt İşçileri Derneği Başkanı