The Dropout dizisinin çağrıştırdıkları…

Abone Ol
Dünyaya mal olmuş yaşlı erkekler hayatlarının son döneminde dahi ‘görünür’ olmak istiyor. Siyaset öyle bir virüs ki bulaştığı kişiyi mezara kadar huzurlu kılamıyor.

Loading...

Geçen ay görkemli bir gala ile ülkemize giriş yapan Disney+ çeşitli Hulu yapımı dizilerle de ilgi çekiyor. Ben işlerimin yoğunluğundan dolayı mayıs ayında yıllık aboneliğimi yaptığım Disney+’a biraz geç giriş yapabildim. Orada izlediğim -cümleyi düzeltiyorum- orada ‘bir solukta’ izlediğim ilk dizi The Dropout oldu. Dizi yaşanmış bir olayı anlatıyor; Stanford’daki eğitimi ve Çince öğrenip zengin olmaya heveslenen Elizabeth Holmes’un kurduğu Theranos şirketi ve şirketin logaritmik büyüme hikayesini izliyoruz. Theranos’un başarılı olursa Nobel alabilecek efsane iddiası ‘ipod’ büyüklüğünde bir cihaz ile sadece bir damla kan ile kanser dâhil pek çok testin yapılabileceğidir. Ben bu yazıda muhteşem oyunculuğu ile Amanda Seyfried’i, özellikle ilk 4 bölümün yönetmeninden veya dizinin sinematografisinden, müziklerinden söz etmek istemiyorum. Diziyi izlerken özellikle 5 soru oluştu zihnimde, biraz onları açmak istiyorum. 1-) Holmes hangi psikolojik dinamiklere sahipti? Diziden anladığımız kadarıyla içine kapanık, küçüklükten beri pek arkadaşı olmayan ama öyle büsbütün şizoid veya sosyal fobik diyemeyeceğimiz hırslı bir kadınla karşı karşıyayız. Çocukken koşuyu kaybetmesine rağmen son saniyeye kadar koşmaya devam eden, komşuları/akrabalarının babasını aşağılamasına içerleyen ve ‘bir gün çok zengin olacağım’ diye düşünen (böyle bir hayali olmamış biri var mı bilmiyorum) ve bir şekilde Stanford’u kazanan, ileride iş hayatında kullanabileceği Çince’yi öğrenmek için ta Pekin’e giden bir kadın. Pekin’de tanıştığı Pakistan asıllı Sunny ile adına asla aşk diyemeyeceğimiz tuhaf bir ilişki, Sunny’den şirketi için 20 milyon dolar koparabilen ve bunu Sunny’e sunduğu değil vadettiği ‘aşk’ ile sağlayan bir dolandırıcı. Ama çok tatlı ve çok güzel bir kadın. Annesi Holmes’tan daha hırslı, tribünlere oynamayı seven bir kadın, baba ise bir o kadar ezik. Peki böyle bir denklemde Holmes’un Sunny (ondan en az 20 yaş büyük) ve yazının ilerleyen kısımlarında söz edeceğim dedesi yaşında ‘güçlü’ erkeklerle ilişki kurabilmesini anlayabilir miyiz? Bunun için psikolojide ‘baba’ kavramına bakmakta yarar var. Araştırmacılar babanın rolünü inceledikçe onun hayat boyunca sürecek olan koruyucu, kapsayıcı, destekleyici, mücadeleci, başlatıcı, kural koyucu, akıl danışılan ve örnek oluşturan yönlerini daha iyi ortaya koymuşlardır. Bunun yanında baba ihmalinin, pasif olmasının veya yokluğunun her ne kültürde olursa olsun çocuğun bireysel, sosyal ve aile içi yaşantısında derin yaralar açtığını görmüşlerdir. Bebek 2 yaşına yaklaşırken anneden ayrılmaya ve çevresindeki dünyayı araştırmaya başlar. 3-3.5 yaşlarında yeniden bir anneye yaklaşma-anneden ayrılma krizi yaşanır. Baba bu ayrılma dönemlerinde önemli rol oynar, bu dönemlerin daha rahat yaşanmasını sağlar. Annesinden ayrılırken kaygı yaşayan çocuk babasıyla kurduğu ilişki sayesinde bu kaygının üstesinden gelir. Babanın çocuğu ile ilişki kurma biçimi, çocuğun kişiliğini etkiler. Babasından ilgi ve sevgi gören çocukların arkadaşları ile ilişkilerinde daha uyumlu, liderlik özellikleri gelişmiş, yetenekleri artmış çocuklar oldukları gözlenmiştir. Baba, çocuğun duygusal ihtiyaçlarını karşılayan en önemli kişidir. Çocuğun zihinsel ve ruhsal gelişiminde çok önemli bir yeri vardır. Zeka gelişimine katkı sağlar. Baba bağımsız davranmayı ve çevreyi keşfetmeyi destekleyen tutumuyla çocukta sağlam bir kişilik gelişimine zemin hazırlar. O yüzden babanın çocuğa oyun arkadaşı olması, konuşması, kitap okuması, dokunması çocuğun gelişimi açısından son derece önemlidir. Babanın en önemli rollerinden biri de çocuğun cinsel gelişimi üzerindedir. Kız ve erkek çocuğu kendi cinsiyet rollerine ait özellikleri ancak sağlıklı modelin izlenmesi ve taklit edilmesi yoluyla geliştirebilir. Babanın aile içindeki tavrı, fonksiyonu, çocuğuyla kurduğu yakın, açık ve güvenli bir ilişki, özellikle erkek çocuğunun baba ile özdeşleşmesini kolaylaştırmakta ve kendi cinsiyet rolünü geliştirmesine yardımcı olmaktadır. Aynı şekilde kız çocukları için de babanın rolü, karşı cinsi anlaması ve kendine güven geliştirebilmesi açısından çok önemlidir. Kızlar için babayla iletişimde bulunmaları erkeklere yaklaşımlarının dengeli ve sağlıklı olması açısından çok etkilidir. Çocuğun hayata hazırlanmasında ve adaptasyonunda disiplin ve sorumluluk algısı çok önemlidir. Bunun sağlanmasında babaya önemli görevler düşer. Çünkü baba kural, sorumluk, disiplin, yasa, kaide, zorunluluk gibi kavramları ilk hissettiren kişidir. O yüzden babanın tutumu ve yaklaşımları çocuğun bu kavramlara yaklaşımını belirleyen en önemli olaydır. Baskıcı, eleştiren, kızan, bağıran, korkutan ve tehdit unsuru olarak algılanan bir baba “otorite çatışması” dediğimiz duruma yol açmaktadır. Yani bu çocuklar ya bunaltacak derecede titiz, disiplinli ve itaatkâr ya da itaatsiz ve asi çocuklar olmaktadırlar. Daha da kötüsü böyle yaklaşan babaların çocuklarında oluşan “mağduriyet” algısı sorumluluk, kural, kaide ve disiplin gerektiren durumlara karşı bir direnç ve öfke gelişmesine sebep olur. Birçok öğrencinin derse motive olamamasında, birçok kişinin patronuyla ve öğretmeniyle çatışmasında, birçok “haylaz” veya “tutunamayan” insanın geçmişinde bir baba çatışması vardır. Elizabeth Holmes bir çocuğun en çok ihtiyaç duyacağı şey olan ‘sağlıklı baba’ veya ‘baba figüründen’ uzak yetişmişti. Bunda babanın anneden ayrı değil, bilakis anne ile olmasının olumsuz rolü çok daha büyük. Zira olmayan babanın eksikliği ile olan babanın eksikliği ve boşluğu çok farklıdır. 2-) Hırslı olmak kötü bir şey midir? Tutkulu insanı, hırslı bir insandan veya tutkularının esiri olan birinden ayırt eden şey nedir? Tutku, sevgi ve aşk gibi yoğun istek duyguları kaynaklı, tek kişilik bir yolculuğun ateşleyici gücüdür. Hırsın ise temelinde sonu gelmez, dizginlenemeyen duygular vardır. Tutku esinlenmeyi ve yaratım sürecini ifade ederken hırs bunun ötesinde, diğer insanların önüne geçme duygusudur. Rekabeti ve “en” pekiştirme sözcüğü ile kuvvetlendirilmeyi anlatır. Tutku, arzulanan noktaya ulaşmak için bireysel gayret ve elinden gelenin en iyisini ortaya koyma çabasını gerektirirken, hırsta gayret yerine “mücadele” kelimesi daha uygun olacaktır. Çünkü hırsta, birileri veya bir şeylere karşı mücadele verip üstün gelme kaygısı, elinden gelenin en iyisini ortaya koyma çabasına galip gelir. Hırs da tıpkı “tutku” gibi, hedefe ulaşmayı kolaylaştıran bir motivasyon aracıdır. Ancak temelinde “üstün olma kaygısı” olması nedeniyle, bir dizi sorunu da beraberinde getirir. Tutkularının esiri olan bir insan kendi ateşinde yanan, sevdiklerini de hiç düşünmeden bu ateşin içine çekebilen insandır. Bu yönüyle hırstan ayırt edici belirgin bir farkı yoktur. Bu noktada Holmes’un azimden hırsa doğru evrildiğini ve narsisistik yapısının hatalarını kolaylaştırdığını söylemek mümkün. 3-) Kadın olmanın iş hayatında ‘cam tavan’ gibi dezavantajlarını biliyoruz. Peki avantajları yok mu?  “Cam tavan” sendromu veya metaforu, genel olarak görünmeyen bir üst sınırı ifade eder. Özetle, kurum, kuruluş ve işyerlerinde kadınların ve azınlıkların üst düzey pozisyonlara yükselmelerini engelleyen yapay bir engele atıfta bulunan bir metafordur. Günümüzde genellikle cinsiyet algıları sebebiyle, iş hayatında kadınlar, erkeklere göre daha dezavantajlı durumdalar. Bu durum aynı performans, eğitim vb. özelliklere sahip kadın ve erkek arasındaki ücret eşitsizliğinden tutun da iş hayatında yükselme, yan hakların kullanımı gibi birçok alanda yapay bir engele sebep olmaktadır. Bu görünmez engel, kadınların iş hayatında ilerlemesinde, takıldıkları bir sınır olarak hayatımızda yer almaktadır. Buraya kadar olan kısmını biliyorsunuz zaten. Ben daha farklı bir yönü de olduğunu düşünüyorum. Bazan kadın olmak iş hayatında bir avantaj. (bu avantajın neler olduğu veya olabileceği başka bir yazıda ele alınmayı hak ediyor) Ama Holmes’un Theranos şirketinin CEO’su Sunny (Pakistanlı erkek) olsa sizce aynı şekilde büyüme ihtimali var mıydı? Bunu tek başına Holmes’un zekası ile açıklamanın yetersiz olacağını düşünüyorum. 4-) Okumuş, akıllı, devlet yönetmiş kişiler nasıl olur da ortada olmayan bir makine ve teknolojiye ‘iman’ ederler?  Henry Kissinger, George Schultz ve Rupert Murdoch gibi isimleri Theranos Yönetim Kurulunda olmaya iten güç ne para ne de mevki, çünkü bu isimler dünyaya mal olmuş ‘yaşlı erkekler’. Peki neden daha söz konusu ‘edison’ isimli cihazı görmeden milyarlarca dolarlık bir yükün altına girdiler. Dizi bize eski Dışişleri bakanı Schultz ile ilgili fikir veriyor sadece ama onu da torunu Tery üzerinden veriyor. Fikrim bu erkeklerin hayatlarının son döneminde dahi bitmeyen ‘görünür’ olma istekleri. Siyaset öyle bir virüs ki (Covid’den daha tehlikeli) bulaştığı kişiyi mezara kadar huzurlu kılamıyor. Görünür olmak için bazan darbecilerle iş tutuluyor, bazan neredeyse sabah programlarına bile bağlanacak kadar acizleşmeye götürüyor. Dizi bu ve bunun gibi pekçok soruyu zihinlerde oluşturuyor, bu yönüyle de oldukça başarılı. Ha, unutmadan; bizde de bir Erke Dönergeci vardı, ne oldu o iş?