Loading...
The Boys, güç bir kere ele geçtiğinde hiçbir zaman “iyilik” için kullanılmayacağının, esasında bu iyilik yapma kavramının kendisinin burjuvanın kaypak dünyasında ne kadar rezil bir kavram olduğunun göstergelerini tek tek ifşa ediyor.Hakikaten de izleyince ve okuyunca göreceksiniz: Aşağılık, rezil ve şerefsiz olmanın binlerce acayip ve utanmaz yolu var ve insanları gerçekten anlamış olmak bile şaşırmanıza engel olmuyor. Yani yine de şaşırabiliyorsunuz çünkü hikâyenin arkı öyle güzel olmuş ki sizi bir an boşluğa getirip o boşluktan kroşeyi çakıyor. Neyse devam edelim, bu “The Boys” kim? Bir avuç dışlanmış ve toplumda kabul görmeyen karakterler. Birisi hariç. O da ezik bir beyaz yakalı çalışan Hughie karakteri. İnanılmaz eğlenceli bir İskoç aksanı ile konuşarak etrafa küfürler saçan ve bizim bu yedili süperlerden tiksinen Billy Butcher, The Boys’un önde gelen elemanlarından birisi. Bir diğeri uyuşturucu geçmişine sahip bir kriminal ve Fransız olan ve Frenchie lakaplı Sergei ve eski bir deniz piyade subayı olan Marvin. Ve en sonunda özel güçlere sahip ama dışlanmış ve konuşamayan Kimiko var. Sonradan bu ekibe bir süper daha katılıyor. O da Yedi kişilik süper kahramanlar ekibine katılan ama sonra bunların rezilliğini öğrenip The Boys’a çalışan Starlight lakaplı bir süper olan Annie. Bunların hepsinin Yedi süper ile bir mazisi ve kapanmamış defterleri var. Hughie’nin sevgilisini Yedi’nin hız gücüne sahip A-Train lakaplı kahramanı içinden geçip öldürüyor, parçalanan sevgilisinin tüm iç organları ve kanı Hughie’nin üstüne sıçrıyor. Butcher’ın karısını Homelander denilen Yedi’nin önde gelen süper kahramanı kaçırıyor ve bir de ondan çocuk peydahlıyor. Marvin’in babası, Vought şirketine karşı yasal yollardan nafile çabalarla üstesinden gelmeye çalışan bir avukat ve öldürülüyor. Kimiko’da Vought’un Asya’da açtığı savaşlardan birinde kardeşini kaybedip canını zor kurtaran bir kızcağız. Sergei de eski günahlarının bedelini Vought ve Yedi ile savaşarak ödemeye çalışıyor. Süperler hakikaten leş gibi insanlar. Örneğin Yedi’ye kabul edildiğine sevinen naif bir kız olan Starlight, Yedi’nin “deniz ve su” kahramanı Deep ile tanıştığında Deep hemen pantolonunu indirip cinsel organıyla oynuyor ve ondan oral seks yapmasını istiyor. Deep, bu açık cinsel tacizine rağmen o kadar pişkin ki “ne var bunda?” diyor. Üstüne de sahte bir özür ile olayı kapatmaya çalışıyor. Demeye gerek yok ki sözde süper kahramanlıklarını gösterip masum insanları kurtardıkları her olayın arkasında bir suç ve skandal var. Bu skandalların her birinin üstü, yapılan süper kahraman filmleriyle, süper kahraman gösteri geçişleriyle, sosyal medya dezenformasyonlarıyla başarıyla kapatılıyor. Bu hikâyede en skandal ve korkunç karakterlerden birisi Homelander. Anthony Starr’ın başarıyla canlandırdığı ve Yedi’nin başka bir karakteri olan Homelander karakterinin insanda uyardığı nefret ve tiksintiyi Game of Thrones’da Joffrey karakteri üzerinden değerlendirirsem 10 üzerinden 150 Joffrey diyebilirim. Bir karakterin bu kadar pişkin, korkunç bir nefret ile dolu, narsist ve egomanyak olması, gerçek olamayacak kadar imkânsız geliyor. Ancak işin aslı şu ki gerçek; Homelander’ı yaratanların başardığı müthiş işin temelinde de bu yatıyor. Böyle bir süper kahraman hiçbir zaman yok ama böyle insanlar var.
The Boys’un önde gelen karakterlerinden Homelander karakterinin insanda uyardığı nefret ve tiksintiyi Game of Thrones’da Joffrey karakteri üzerinden değerlendirirsem 10 üzerinden 150 Joffrey diyebilirim.Homelander, pek çok açıdan sadece Amerikan toplumu değil genel olarak toplumlarımızın bir resmi. Utanmazlığın ve pişkinliğin mükemmel bir tablosu. Bir insan birinin yüzüne baka baka nasıl gülücükler saçıp aynı anda o bakış içerisinde korkunç bir nefreti kusabilir? Kendisinden aşağı gördüğü herkesi ezerek ve taciz ederek bir başarı figürüne dönüşebilir? Hiçbir karşılığı olmaksızın karşısındaki herkesten, köleliğe yakın bir tutkuyla bağlanmasını isteyip aynı zamanda nefretini kusacak kadar özgür olmak isteyen bir tiran olabilir? İşte Yedi süper kahramanın başındaki Homelander karakterinin psikolojik profili böyle. Homelander’ın adını çevirenler onu “Yurtsever” olarak çevirmiş; tam olarak karşılamasa da mükemmel uyuyor. Homelander, fiziksel güç açısından Superman’in tam bir karşılığı. Sosyolojik bir temsil olarak ise Kaptan Amerika’nın amuda kalkmış hali. The Boys, çizgi-roman karakterlerinin felsefi olarak nasıl görülmesi gerektiğinin mükemmel bir özeti. Hegel’in dediği gibi felsefe diyalektiğin altüst edilmesi ise işte karşınızda The Boys’un diyalektiği; Homelander karakteri fiziksel açıdan bir Superman ama psikolojik ve ideolojik anlamda gerçek bir Kaptan Amerika. Dolayısıyla The Boys dizisinin imgelerinin bize sordurduğu soru sadece çizgi-roman karakterleri gerçekte olsa ne olurdu sorusu değil; “Kaptan Amerika gerçekte olsa ne olurdu?” sorusu. Ve bu sorunun cevabı belli. Kaptan Amerika, ABD’nin temsil ettiği tüm değerlerle birlikte gerçekte olsa işte bu kadar sefih bir karakter olabilirdi. Çünkü ABD’nin temsil ettiği değerler riya, sahtelik, tüketim, acımasız bir elit dayatmacılık ve tecavüzün tarihine dayanıyor. The Boys, tüm bunların müthiş bir şekilde gösterildiği acımasız bir grotesk tablo. Homelander da işte bu tabloda milliyetçi ve ikiyüzlü ideolojinin makus göstergelerinden birisini temsil ediyor. O hep sevilmek isteyen popülist bir politikacının psikolojik göstereni. Aynı zamanda ABD’nin beyaz elit yöneticisinin bir karikatürü. O bir beyaz üstünlükçüsü (white-superiorist). Hastanede yoğun bakımda yatan Nazi süper kahraman sevgilisinin eline cinsel organını uzatarak beni sev diyecek kadar korkunç bir ABD hodperesti. Sefahat ve dünyeviliğin en aşağı hallerini temsil eden rezil bir organizma ve bu temsil gücü ile ABD halkının dünyevilik ile kurduğu ilişkinin de bir özeti aynı zamanda; o salt fiziksel güce tapınmanın sonucu oluşan bir sahte-tanrı. İşte The Boys’un anlatımında altüst oluş ve Nietzscheci yıkım incelikle ve ustalıkla burada işe koyuluyor: göya düzeni sağlayıp kanunu koruduğu sanılan süper kahramanlar ve bu süper kahramanların kuyusunu kazan bir avuç “kaybedenler” kulübü tip. Bu dizi bu haliyle bile bizde bir zamanlar çekilen ve sözde varoluşsal krizi yansıtacağım diye bir avuç beyaz yakalı ekmek önümde pasta berimde yaşayıp, kıçına rahat batan beyaz yakalıları anlatan Kaybedenler Kulübü filminden daha gerçek. Düzen (varsa eğer) ve onu koruyanların ne istediğini çok çok iyi biliyoruz aslında: Kendi mütecaviz ve değersiz rejimlerini koruyabilecek kadar gücü elinde bulundurmak. Bu değersiz rejimler bin türlü riya ile dönerken, onu yıkabileceklerin gücünden korkmaları da bunu gösteriyor; yine o değersiz ve boğazına kadar lağım suyuna batmış rejimin bir o kadar değersiz ve alçak gördüğü insanlar o rejimin düşmanları oluyorlar.
Hegel’in dediği gibi felsefe diyalektiğin altüst edilmesi ise işte karşınızda The Boys’un diyalektiği; Homelander karakteri fiziksel açıdan bir Superman ama psikolojik ve ideolojik anlamda gerçek bir Kaptan Amerika.Dolayısıyla rejimin istediği şey de tam olarak bu düşkün ve aslına baktığınızda hiçbir güce sahip olmayan bu sözde kahramanlara tapıncın ibadethanelerini kurmak oluyor. Vought, The Boys’da bu ibadethanelerden birisi. Üstelik bu süper kahramanların hiçbirinin aslında doğuştan öyle olmadığını anlayınca şaşırmıyoruz. Dizide ve çizgi-romanda sonradan anlıyoruz ki bu kahramanlar -geçmişi karanlık olan Homelander hariç- ABD’li elit ve yönetici zenginlerin çocukları arasından süper kahraman serumu verilerek büyütülmüş çocuklar. Bu güçlere öyle sahip oluyorlar. Tabii ki bu ABD sosyo-politikası açısından bakıldığında şaşırtıcı değil. Bu tabloya bir de Homelander’ın daha sonra sevgilisi olan Liberty/Stormfront lakaplı kahraman da eklenince gerçekten tüyün nasıl dikildiğini anlıyoruz. Stormfront çizgi-romanda bir erkek karakterken, dizide dişi olarak uyarlanıyor. Esasında 2. Dünya Savaşı döneminde bir Nazi olarak yetişen ve bir Viking enkarnasyonu olarak düşünülen Stormfront bir Nazi “ubermensch”i olarak ABD’de Yediler içerisinde yer bulmayı başarıyor. Gerçekten süper kahramansanız nasıl düşünebilirdiniz? Düşünün ki dünyada herhangi bir insan bile kendisiyle aynı ten rengine, cinse, dini görüşe, dile sahip olmayan başka bir insanı kendinden daha aşağılık yani “untermensch” görüyor. Bir süper kahraman nasıl bunu düşünmesin? Stormfront bunun müthiş bir örneği. Bu esnada The Boys, ikinci sezonunda ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı o kadar geniş çaplı bir cephe savaşı yapmasına rağmen savaş bitince nasıl olup da Neo-Nazileri desteklediğini de kâfi derecede suratımıza çarpmayı başarıyor. Çünkü tıpkı Yedi kahramanın en önde geleni Homelander’da da bariz bir şekilde gördüğümüz gibi bu insanların aslında ideolojik bir şartlanması yok; kaypaklık, gösteriş budalalığı ve riyakarlık bu insanların en büyük marifeti. Homelander ve onun temsil ettiği değerlerin hepsi alttan alta Trump’ı ve bu zaviye ve vesileyle de Trump ile birlikte dünyanın pek çok coğrafyasında iyice ayyuka çıkan neo-liberal otoriter popülist rejimleri işaret ediyor. Bunlar aynı zamanda neo-liberaller. Üçüncü sezonun üçüncü bölümlerinin birinde bu süper sözde “kahramanlar” için düzenlenen ve her şeyin “satıldığı” bir panayırı görüyoruz. Örneğin orada bir kahramanın LGBT şekerlemeleri satılıyor. Woke (politik farkında) büfesi bile var. Şaka gibi. Şaka değil. Gerçek. Her şey çok aşikâr bir şekilde satılabiliyor. The Boys hiç olmadığı kadar gerçek.
Homelander ve onun temsil ettiği değerlerin hepsi alttan alta Trump’ı ve bu zaviye ve vesileyle de Trump ile birlikte dünyanın pek çok coğrafyasında iyice ayyuka çıkan neo-liberal otoriter popülist rejimleri işaret ediyor.Sadece bu anlamda bile The Boys, ABD’deki “nerd”lerin (ineklerin) apolitik bir konfor alanının sıcak battaniyesine sığınarak yarattıkları bir süper kahraman hikayesi eleştirisi değil. Aslında bariz bir politik eleştiri ve bu şekilde değerlendirilmeyi hak ediyor. Çünkü her süper kahramanın hikayesinin altında mutlaka bir politik güç iradesinin motivasyonu var. Bu motivasyon onları harekete geçiriyor. Bu da bu hikâyeyi yaratanların temel sorunu gördüğünü gösteriyor bence. Günlük hayatımızda da politik motivasyona sahibiz. Her ilişkimizde böyle. Bir iktidar iradesi kurmak üzerine yoğunlaşıyoruz ve dolayısıyla da süper kahramanlar -haliyle çok süper oldukları için- bundan azade değiller. Bunu oldukça önemli buluyorum. Çünkü bu anlaşılmadığı sürece kendi davranış modellerimizi neyin güdülediğini de anlamanın zor olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden The Boys’un ortaya koyduğu tablo şaşırtıcı değil. Çizgi-romanlarına dizisinden sonra aşina olsam da (yeni yeni okumaya başladım) The Boys, eğlenceli olduğu kadar inanılmaz zor bir alt metne sahip. “Güldürüyor ama düşündürüyor” klişesine girmeden nasıl yapıyor bunu bilmiyorum. Beni aşıyor. Çünkü gerçekten de güldürüyor ama düşündürme kısmını da aynı kara mizaha başvurarak yapıyor. DC’nin Watchmen’inden sonra sıradan çizgi-roman troplarına ve figürlerine sığınmadan, vurucu ve güzel bir hikâyeye sahip, gördüğüm en iyi çizgi-romanlardan birisi The Boys. Watchmen de acımasız anlatımıyla çok farklı değildi ancak The Boys’a da hem çizgi-roman hem de dizi olarak şans verilmesi gerekir. The Boys bana Rage Against The Machine’in “Know Your Enemy” şarkısındaki sözleri hatırlatıyor; “taviz, konformizm, asimilasyon, itaat, riyakarlık, acımasızlık, elit; tüm bunların hepsi Amerikan rüyası.” --- [1] https://en.wikipedia.org/wiki/The_Boys_(comics) (13.06.2022)