Bugünkü iktidarın “iktidarı” ne zaman başladı? Yüzeyde, bu iktidarın hikayesi 2002 yılında başladı. 2002’de yıllar sonra ilk kez bir parti tek başına iktidar oldu. Ancak bu “iktidar”, %10 seçim barajından dolayı sadece %34 oy oranıyla TBMM’deki sandalyelerin üçte ikisinden fazlasına sahip oldu. İktidarın anti-demokratik olarak tanımladığı “vesayet” sisteminin yarattığı baraj sayesinde. Çarpık bir temsili sistemde azınlık hükümeti olması gereken bir yönetim, anayasa değiştirecek güce erişti. 2002’de oy verenlerin yarısının oyu TBMM’ye giremeyen partilere gitti, temsil edilemediler bile. İktidarın, bu ilk döneminde kurguladığı “demokratikleşme” hikayesi üzerinden hem Batı’nın hem de Türkiye’deki liberal camianın fazlaca iyimser olan desteğini alarak siyasi otoritesine güçlü bir meşruiyet zemini yarattığı söylenebilir. Bunun üstüne bir de iktidarın anti-demokratik bir “vesayet” sistemi olarak tanımladığı müesses nizamı karşısına alması, demokratik meşruiyetini o dönemde güçlendiren önemli bir başka etken. Temsil eksikleri ve iktidarın orantısız parlamento gücü bu faktörler ve dış unsurlar sayesinde arttırıldı. Buna rağmen iktidar, 2003’te Türkiye’yi Irak Savaşı’na sokmayı amaçlayan 1 Mart tezkeresini parlamentodan geçiremedi, kendi partisi üzerinde himaye kuramadı. İktidarın ilk yıllarında “cemaat” denilen bir diğer grup da toplum içerisinde ve siyasette nüfuzunu iyice arttırıyordu. İktidarın bu “demokratikleşme” hikayesine sermaye ve entelektüel birikimiyle, medya gücüyle, geniş sosyal ağları ve kurumsal yapılanmasıyla destek olan bu “cemaat”, iktidarın da fırsatçılığıyla toplumda, devlet kurumlarında ve iş dünyasında gücünü gittikçe arttırdı. İktidar, kendi siyasi, ekonomik ve toplumsal çıkarları için ve müesses nizamla mücadelesinde bu grubun uzattığı eli kabul etti. İktidar, mücadele ettiği seçilmemişlere karşı bir başka seçilmemişler grubunun desteğini aldı. Tabii bu grup iktidarın kendisinden tamamen ayrı sayılabilecek bir grup da değildi. Bu yolu uzun bir süre beraber yürüdüler. İKTİDAR OLMAK YA DA OLAMAMAK Bu evlilik, seçilmiş iktidarı “iktidar” kılabilecek gücü sağlayan önemli bir etkendi. İktidar, kamuoyunda tepki toplayan parti kapatma davasını da atlattı. Seçilmiş iktidar, bu evlilik sayesinde kamuoyunda iktidarı için güçlü biçimde rıza üretebildi. Bu birliktelik var olan rejimi “demokratikleştirmek”ten öte tasfiye edebilecek bir siyasi güç yarattı. Seçilmiş iktidarın yeni seçilmemişlere açtığı yollarla, gelecekte bir suç örgütü olarak tanımlanacak bir örgütün kullandığı, sahte olduğu kanıtlanacak delillerle bürokratik yapının içi boşaltıldı, bu da yeni seçilmemişlere alan açtı. O süreç içerisinde bu bir kazan-kazan ilişkisiydi. Seçilmemişlerin desteğiyle siyasi gücünü koruyan ve bu seçilmemişlerin hukuksuzluğa başvurarak kendine devlet içinde alan açabildiği bu “demokratikleşme” hikayesi ne kadar demokratikti? Hangi “vesayet” gitmişti? Yerine ne konulmaya çalışılıyordu? Seçilmiş bir iktidar kendi başına bunu yapabilir miydi? Bu iktidar, “iktidar” olabilmek için neye muhtaç kalmıştı? Bu, seçilmişlerin bir iktidarı değildi. Ne şeffaf ne de denetlenebilir olan bu süreç, iktidarın kendi sermayesiyle, medyasıyla, bürokrasisiyle “iktidar”ını tesis edebileceği bir özgürlük alanı yarattı. 2010’lara gelindiğinde seçilmiş iktidarın bağımsız bir devlet yapısı içinde diğer siyasi gruplarla eşit bir düzlemde demokratik bir siyaset yürütmekten çoktan uzaklaştığı gözlemlenebiliyordu. 2010 referandumunda da bu beslediği “demokratikleşme” hikayesi sayesinde kurumların içini daha da boşaltacak bir süreci tetiklemiş oldu. İktidarın, baştan beri altta yatan, demokrasiyle huzursuz ilişkisinin gün yüzüne gayet hızlı biçimde çıktığını görebiliriz. Belki de bunun en net örneği Gezi Parkı eylemlerinde takındığı tavır. İktidar, bu süreç içerisinde “demokratikleşme” hikayesini daha da güçlendirecek olan bir “çözüm süreci”ne girişti. Sadece birkaç yıl sonra tamamen farklı şeyler söyleyecek olan, iktidarın himaye kurduğu medya, seçilmemiş ortaklarıyla birlikte toplumda bir rıza üretmekte başarılı oldu, hatta bir süreliğine yanına bu sürece destek veren başka ortaklar ekledi. Ancak bu “demokratikleşme” süreci demokratik değerlere pek de bağlı şekilde yürütülmedi. Ne halk bu sürece dahil oldu, ne süreç şeffaf biçimde ilerledi, ne de toplumsal bir uzlaşma sağlama amacı vardı. İktidarın, özünde değerli olabilecek bu sürecin bir “demokratikleşme”ye yol açabileceğini iddia etmesi zaten baştan garip kaçıyordu. Ancak iktidar o dönem için de istediğini aldı, “iktidar” kalmayı başardı. BOZULAN EVLİLİK 2010’ların başında ise iktidar, evliliğini bozmaya başladı. Ortak rakibi alt edenler bu sefer de birbirlerine yöneldiler. Bu çekişmelerin de demokratik süreçle bir alakası yoktu. Kırılma bir anda olmadı, ancak kavganın boyutu her geçen yıl büyüdü. 2015’e doğru yol alırken, iktidarın bu “demokratikleşme” hikayesinde paydaş olan ama ondan kopmaya başlayan, aynı anda devlet yapılarında ve toplumda nüfuzunu koruyan, kendine “cemaat” diyen bu örgütün artık kontrol edilemez bir güç haline geldiği ve devletin kendisine bir tehdit oluşturmaya başladığı netti. Bu yıllarda “çözüm” süreci de iktidarın beklemediği bir başka meyve verdi ve parlamentoya dördüncü bir kitlesel siyasi parti girme ihtimali doğdu. 2015’e gelindiğinde, her ne kadar sembolik olsa da mevcut sistem içinde yetkileri aynı kalmış yeni bir Başbakan koltuğa oturmuştu. İktidarın asli başı da o dönemde yasal anlamda sembolik güçleri olan Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuştu. Bu şartlar altında girilen seçimde ise iktidar artık demokratik anlamda çoğunluğu kaybetti. Tüm aşınmalara rağmen, belli kurumsal yapılar, siyasi ve hukuki gelenekler varlığını sürdürüyordu. O güne kadar iktidarın yarattığı tüm asimetrik güç dengelerine rağmen demokratik sistem parlamentoya dördüncü bir siyasi parti daha taşıdı. 2002’den çok daha farklı biçimde toplumun çok geniş bir kesiminin temsili sağlandı. İktidar artık “iktidar” değildi. Geçmişte kendisine yaramış birlikteliklerin de bağının zayıfladığı bu ortamda artık doğal ömrünün de sonuna gelmişti ve bu da demokratik sistem ile tescillenmişti. Hikayenin sonuna gelinmiş gibi gözükse de ilerleyen birkaç ay içerisinde mutabakatın sağlanamamasıyla ve “çözüm” sürecindeki tarafların masayı dağıtmasıyla yeni bir çatışma, huzursuzluk ve terör ortamı oluştu. Bir anda, sanki bir “deus ex machina” Türkiye’deki siyasi sürecin yönünü değiştirdi. Bu kaos sürecinde, 2015 öncesi anlatılan “özgürlük” ve “demokratikleşme” hikayesinin yerine yeni bir “güvenlik” ve “beka” söylemi geldi. Bu şartlarda halk bir anda yeniden iktidara sarıldı. Ancak bu “zafer”in üstüne yine de dönemin Başbakanı da tasfiye edildi. Kendisinin de iddia ettiği üzere yine bir başka seçilmemişlerin baskısıyla. Halkın seçtiği, seçilmemişler tarafından görevinden alındı. Eski seçilmemişlerin yeri boşaldıkça yerine yeni seçilmemişler oluşmaya başlamıştı bile. 1990’LARA DÖNÜŞ VE GÜVENLİKÇİ YAKLAŞIM Yola başlarken anlattığı hikayeyi terk etmek zorunda kalan ve Haziran 2015’te doğal ömrü dolmuş bir iktidar, hayata tutunabilmek için yeni bir hikaye arayışına girmek zorundaydı. Ancak bu yeni sürecin demokratik normlardan iyice koptuğunu söylemek mümkün. Nitekim böyle olmasaydı, ve doğal bir demokratik süreç işleseydi iktidar aşağı doğru gidiyordu. 2015 ve 2016’nın olağanüstü şiddet ve korku koşulları altında yeni bir siyasi atmosfer ve söylem oluştu. 2016’da ise iktidarın eski evliliğinin paydaşı olan seçilmemişler örgütü yönetime el koymaya çalıştı, toplumsal bir travmaya yol açtı. İktidarın, zamanında ortağına açtığı kapıların bedeli hem iktidar hem de toplum için çok ağır oldu. Tüm bu koşullar altında yalpalayan ve hakimiyetini tesis etmekte zorlanan iktidar, yeni bir “güvenlik” söylemine yöneldi ve bu söylemi meşrulaştırabilecek gruplarla bir birliktelik yoluna girdi. Yine bir başkasına muhtaç kalmıştı. Geçmişte her ne kadar rakip olsalar da bu yeni hikayeyi ayakta tutabilecek, “beka” endişesi içinde olduğunu belirten yeni bir ortak, iktidar ile yeni bir evlilik sürecini başlattı ve iktidara suni teneffüs uyguladı. 2015 sonrası süreçte geliştirilen yeni güvenlikçi söylem ve bunun üzerine kurulu yeni ortaklık altında ise siyasi atmosfer de dönüştü, siyasetin dili de. Olağanüstü koşullar altında, “beka” söylemine başvurarak iktidarın daha baskıcı politikalar uygulaması için yeni bir meşruiyet alanı oluştu. Demokratik arenada yalnız başına 2015’ten beri yalpalayan iktidar, 2016’daki askeri kalkışma sürecinde iyice sarsıldı. Ayakta kalmak için eski seçilmemişlerin tasfiye edilmesinin gerekliliğini gören iktidar, yeni ortaklığı sayesinde “iktidar” olabilecek desteği bulabilmiş, ancak eski seçilmemişlerin yerine onu ayakta tutabilecek yeni seçilmemişlere yol vermişti. Bir grup gitti, iktidarın yeni ortağının da kimliğine daha uygun olan ve yakın olan bir diğer grup ise yerini almaya başladı. Eskiden tasfiye edilmiş bazı isimler geri döndü. 1990’ların yasadışı ve mahkum olmuş figürleri, iktidarın “eski Türkiye” diye adlandırdığı ve bir önceki ortaklarıyla yargıladığı bazı figürler ve milliyetçi gruplar… Türkiye siyasetinin geçmişinde kaldığı düşünülen siyaset dışı aktörler de geri dönüşünü açık biçimde ilan etti. 2015 sonrası yeni bir “iktidar”ın tesis edilmesi süreci başlamıştı. Tek başına “iktidar” olamayan iktidar, her süreçte ayakta kalmak için bir başka seçilmemişler grubundan destek aldı, bu süreç içinde de bu seçilmemişlerin toplumda, siyasette ve ekonomide hakim hale gelmesine izin verdi. İktidarı ayakta tutanların kimliği değiştikçe, “iktidar”ın da kimliği, savunduğu değerleri ve ülkede yaygınlaştırdığı siyasal atmosfer dönüştü. İki partinin ittifakı gibi gözükse de iktidar, iki partinin gücünden öte bir destekle yeni bir “iktidar” yarattı. 2015 öncesi en azından vitrinde “demokratik” gözükmeye çalışan iktidar, 2015 sonrası bu vasfını da terk ederek siyasi meşruiyetini yeni ortaklarıyla birlikte bu yeni kavramlar üzerinden devşirmeye başladı. Bu süreçte de ülke tüm demokratik normlardan koptu. Zedelenen kurumların içi tamamen boşaldı. Eninde sonunda bugüne kadar geldik. İktidarı ayakta tutan ve meşruiyetini sağlayan yeni ortakları ve bu ortakların yanında getirdiği yeni siyaset dışı unsurlar var. Bu yeni gelenler ise komiktir ki iktidarın ilk siyasi yolculuğuna başladığı yıllarda karşısına aldığı eski Türkiye’deki siyaset dışında olup da siyasete yön veren “derin”dekiler. Bugünkü iktidarın karakterini de bu ortaklık belirliyor. Siyasi iklime yön veren, ister bürokraside ister bürokrasi dışında oluşan yeni seçilmemişler yeni bir iktidar karakteri ortaya çıkardı. Televizyon dizilerinde bile bu hakim iklimi ve “iktidar”ın yeni milliyetçi muhafazakar karakterini gözlemlemek mümkün. Her yıl artan kadın cinayetleri sayısıyla da görmek mümkün. Hikaye ise hep aynı kalıyor. Sürekli farklı seçilmemişler devlete hakim olmaya çalışıyor. Bugünün iktidarı ise “iktidar” kalabilmek için bu seçilmemişlere alan açıyor. İktidarın ayakta kalma çabası sürekli farklı seçilmemişlerin güçlenmesine ve hakim iklimi belirlemesine yol açıyor. Ama eninde sonunda bu da tesis etmeye çalıştığı büyük “iktidar” içerisinde çatışmalara tekrar tekrar sebep oluyor. İnternetten videolar yayınlanıyor. Bir bakıyoruz ki yine halkın dahil olmadığı, demokratik ve şeffaf olmayan süreçler yüzünden “iktidar” içinde çatışma başlamış. Bu videoları görüyoruz, aklımıza çok eskiler geliyor. Bugünkü iktidarın karşısına aldığı “eski Türkiye”deki Susurluk hafızası canlanıyor. Bir bakıyoruz ki “eski Türkiye” hiçbir yere gitmemiş. Ancak bugün geldiğimiz noktada ne o zaman bir arabanın otoyolda kamyona çarpması sonucunda oluşan toplumsal tepki oluşuyor ne de olaylar garip karşılanıyor. Hakim siyasi iklim, yıllar içerisinde toplumu öyle bir dönüştürüyor ki, bugünkü manzaralar kabul edilebilir hale geliyor. Böyle bir iklimin içinde yaşıyoruz. Çünkü iktidarın ayakta kalabilmesi için böyle bir iklime ihtiyacı var. İKTİDARI KAYBETMEME ARZUSU Tüm bu yaşadıklarımıza bakınca bir türlü demokratik olamadığımızı net şekilde gözlemleyebiliriz. Seçilmemişlerin siyaseti şekillendirmediği bir ülke değiliz halen. Bugünkü iktidar, kaybetmeyi kabullenemediği için sürekli başka gruplara eklemlenerek ayakta kalmaya çalışıyor. Ancak her demokratik rejimde bir noktadan sonra iktidarların ömrü dolmaya başlar. Bunu kabullenemeyen bir iktidar ise demokratik rejimin kendisini karşısına alır. Ayakta kalabilmek için sistemin kendisini dönüştürür. Çünkü mevcut sistem içerisinde ayakta kalamayacağını bilir. Ancak bu süreçte de kurumlar yıpranır, demokrasi yok olur ve iktidar içi çekişmelerin etrafında dönen bir siyaset anlayışı halkın gerçekliğinden kopar. Bu süreçte de halkın sorunlarına çözüm üretmeyi amaçlayan demokratik siyaset anlayışı kaybolur. Siyaset halkın sorunlarına çözüm üretilen bir süreç değil, “iktidar”ın kendi içinde yaşadığı çekişmelerle alakalı bir sürece dönüşür. Bugünün iktidarı hiçbir zaman demokratik olmadı. Evet, belki Türkiye de hiçbir zaman yeterince demokratik olamadı. Ancak seçimler yapılmaya başlandığından beri hiçbir döneminde bir iktidarın gücü elinde tutabilmek için bu kadar radikal metotlara başvurduğu gözlemlenmemişti. Hiçbir dönemde kaybetmeyi bu kadar kabullenemeyen bir iktidar olmamıştı. Demokrasinin önüne geçen bir vesayet vardıysa da bugün yerine konan ondan daha iyi bir şey değil. Geçmişte sahip olduğumuz bir avuç değerli demokratik kurumun da içi, ayakta kalmaya çabalayan bir iktidar tarafından boşaltıldı. Bu süreçte gücünü korumak için ise sürekli bir ötekiyle bir araya geldi. Her ayrılık da topluma bedel ödettirdi. Ancak gerçek bir demokraside tek gerekli olan ayrılık, bir iktidarın ömrünü doldurduğunda demokrasi dışı faktörlerin sağladığı avantajları kullanmadan sandıkta kaybettiğinde iktidardan ayrılmasıdır. Eğer bir siyasi güç iktidarının sona erdiğini kabullenemezse demokrasiyi kabullenemiyor demektir. Kurallar kendi lehine işlemediğinde ayakta kalamayan ve ayakta kalmak için kuralları karşısına alıp demokratik siyasetin dışındaki unsurlardan destek alan bir iktidar, tek başına iktidar olamayan bir iktidardır. Kaybetmeyi kabullenemeyenlerin bedelini de toplum hep birlikte öder. Peki o zaman sormak lazım, bu iktidar hiç kendi başına “iktidar” oldu mu?
Sağ popülizmin salgınla imtihanı: Türkiye, Hindistan, Brezilya örnekleri