Loading...
Yani parti siyasetini biz unutsak da emniyetimizi sağlamakla mükellef iktidar hiç unutmuyor.Dolayısıyla Saraçhane anındaki gecikmesinin aksine felakete hemen müdahil olan Kemal Kılıçdaroğlu haklıydı. Bu konu siyaset-üstü değil. Parti siyasetinin değil ama ülke siyasetinin, olağanüstü demokratik siyasetin tam merkezinde. Uzun süredir yazılarımda işlemeye ve kavrasallaştırmaya çalıştığım üzere Türkiye’de uzun süredir normal siyaset geçerli değil. Olağanüstü otoriter bir siyaset tarafından yönetiliyor ve sürekli olağanüstü bir durum yaşıyoruz. Bu ülkenin yaşadığı en büyük felaketlerden biri olan 15 Temmuz 2016 darbe girişimini bile kendi iktidarını sağlamlaştırmak, zenginleşmek ve darbeyle hiçbir ilgisi olmayan ve kendisini desteklemiş olan muhalefeti bertaraf etmek için istismar etmiş bir iktidardan söz ediyoruz. Anayasanın ortaokul öğrencilerinin bile kolaylıkla anlayabileceği 101. maddesi açıkça “Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir” diyor. Ama bu hükme rağmen meclis başkanı ve adalet bakanı gibi ağızlardan “cumhurbaşkanımızın aday olmasında hiçbir sakınca yok” diyebilen bir iktidardan söz ediyoruz. [1] Toplumun kendisini desteklemeyen çoğunluğunu sadece rakip veya muhalif değil tehdit ve düşman olarak gören bir iktidardan söz ediyoruz. Nitekim daha ilk günlerden iktidar önceliklerini belli etti. Muhalif partilerin elindeki belediyeler aranmadı, engellendi. Enkaz altındaki canların yaşamla arasındaki bağı kesmek pahasına, aman aleyhimizde konuşulmasın diye internet “boğuldu”. Erdoğan’ın depremle ilgili ilk konuşmasındaki en duygulu anlar iktidarını eleştirenlere tehditler savurduğu anlardı. Yani parti siyasetini biz unutsak da emniyetimizi sağlamakla mükellef iktidar hiç unutmuyor. Dolayısıyla Saraçhane anındaki gecikmesinin aksine felakete hemen müdahil olan Kemal Kılıçdaroğlu haklıydı. Bu konu siyaset-üstü değil. Parti siyasetinin değil ama ülke siyasetinin, olağanüstü demokratik siyasetin tam merkezinde. Ölüyoruz çünkü kötü yönetiliyoruz, yaşamak istiyorsak daha iyi bir siyaseti ve yönetimi iktidara getirmek zorundayız.
Kendinden önceki hükümetlerin vatandaşın hayatını ve refahını korumaktaki yetersizliği 1999 depremi ve 2001 mali kriziyle ayyuka çıkmıştı. AKP ve lideri Erdoğan bu gerçeği acımasızca eleştirerek ve değiştirmeye söz vererek, özgürlükçü demokrasi ve laiklik gibi içselleştirmediği değerleri ve kurumları kendi çıkarına kullanarak iktidar gücünü eline aldı.ASRIN İFLASI Deprem beklediğimiz bir doğa olayı. Ama ya tabutumuz olan binalar ve yollar yapmak, yapanları eğit(eme)mek, izin vermek (denetlememek)? Peki eğitmeyenleri ve denetlemeyenleri seçip yönetme yetkisi vermek, beklenen felaketler için devleti ve toplumu hazırlamamak, yeni devlet kapasiteleri yaratırken (AFAD) eskilerini (askeri hastaneler ve sahra hastaneleri, Akut) yıkmak, felaket anında doğru kararlar ver(e)memek ve sorumluluk kabul etmemek ne? Bunlar siyasetin konusu. Bu anlamda asrın felaketinden çok asrın iflasını yaşıyoruz. 6 Şubat sadece yer değil son yirmi yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarlarının da temeli yerinden oynadı. Yerle yeksan oldu. AKP devletinin yatırımlarda inşaatın yanı sıra en büyük önceliği verdiği devlet kapasitesi devasa bir propaganda makinesi inşa etmek oldu. İşte yalın gerçek bu makinenin ürettiği sis perdesinin arkasında yatıyor. Kendinden önceki hükümetlerin vatandaşın hayatını ve refahını korumaktaki yetersizliği 1999 depremi ve 2001 mali kriziyle ayyuka çıkmıştı. AKP ve lideri Erdoğan bu gerçeği acımasızca eleştirerek ve değiştirmeye söz vererek, özgürlükçü demokrasi ve laiklik gibi içselleştirmediği değerleri ve kurumları kendi çıkarına kullanarak iktidar gücünü eline aldı. Sonra da iktidarı öyle çok sevdi ve nemalandı ki onun esiri oldu. Depreme hazırlık konusunda ülkeyi 1999’dan da geriye götürdüğü ortaya çıktı. “Beni seçimler yoluyla devirmeye çalışıyorlar” diyebilecek kadar değişimden korkan ve saldırgan bir duygu/algı hâline yuvarlandı. Değişmemek için her türlü olağanüstü otoriter siyaseti kullanacak. Felaketten nemalanıp seçimi ertelemeye çalışacak. Bu elbette cumhurbaşkanı açısından bir sivil darbe, bir yürütme darbesi (autogolpe) olur. 1851’de Fransa’da III. Napoleon’un, 1991’de Peru’da Alberto Fujimori’nin, 2021’de Tunus’ta Kais Saied’in ve tarihte daha nicelerinin yaptığı gibi. Ama bizde sadece yürütme değil meclisin de AKP-MHP tarafından gaspı söz konusu olur. Yani sadece yürütme değil parti ve yasama darbesi de var. İyi de bizim iktidar yıllardır büyüklü küçüklü sivil darbeler yapıyor zaten. Anayasayı ha bir darbede ilga etmişsin ha bir dizi küçük darbeyle. Sonuç aynı. Bunu ancak tüm toplumsal ve siyasal muhalefetin (ve basiretli Cumhur İttifakı destekçilerinin) ortak ve kararlı karşı duruşu engelleyebilir. Yani olağanüstü demokratik siyaseti. Yaşadığımız asrın ihmalinden duyduğumuz öfkeyi olumlu bir değişim siyasetine dönüştürmek zorundayız. Deprem dolayısıyla bir yandan da sivil toplumun, iyi niyetli kamu görevlilerinin, yerel yönetimlerin, siyasal partilerin, vatandaşların olağanüstü gayretleriyle ve Yunanistan’dan ABD ve İran’a dış dünyadan gelen yardımlarla hâlâ insan olduğumuzu, olabileceğimizi hatırlıyoruz. Bunlara düşman olmayan aksine yol açan, “böyle bir hazırlıksızlık bir daha asla” diyecek yeni ve daha iyi bir yönetim ve yöneticilere ihtiyacımız olduğunu görüyoruz. O zaman yeniden (belki de gerçek anlamda ilk defa) hep birlikte bir toplum ve millet olabileceğimizi de duyumsuyoruz. Son söz: 2000’lerin “tehlikenin farkında mısınız?” sloganının işaret ettiği tehlike daha çok şeriat hukuku ve toplumsal-siyasal İslamileşmeydi. Laiklik ilkesinin altının oyulmasıydı. Haklı mıydı haksız mıydı? O dönemde statüko yerine örneğin daha özgürlükçü bir laiklik savunulsa AKP otoriterleşmesi engellenebilir miydi? Bilmiyoruz. Ama derdim ki keşke AKP’ye muhalefet daha o dönemden başlayan ve zemini her türlü depreme dayanmak üzere inşa edilen yolsuzluklar ve demokrasi olsaydı. Bu konuda da Sayın Kılıçdaroğlu’nun hakkını vermek gerekiyor. AKP’ye yolsuzluk üzerinden ve en azından o dönemde etkili şekilde muhalefete ilk yönelenlerden biri oydu. Zira 2023’e geldiğimizde herhalde gerçek İslamcılar da kabul edecektir: her ne kadar bugün Cumhuriyet’in çok partili demokrasi kadar laiklik ilkesi de askıya alınmış olsa da, varmış olduğumuz yerin şeriat ile gerçek din ile pek bir ilgisi yok. Bir kişi ve zümrenin iktidarı ve zenginleşmesi uğruna dini de araç etmesi, istismar etmesi söz konusu. Artık malum oldu ki laiklik, dindarlık vs bahane, makam, maaş, yat, kat, itibar, uçak ise şahane. Nasıl olsa Londra’da alınan binaların denetimini İngilizler yapıyor Kıssadan hisse: Gerçek laikliğin yolu da herkesin özgürlüğünün teminat altında olduğu gerçek demokrasiden geçiyor. --- [1] Putin bile 2008’de hile yoluyla da olsa anayasaya uyuyormuş gibi yaparak üçüncü döneminde bir dönem için Medvedev’i aday göstermişti. Malum Putin sonra dünyadaki benzeri otiriter liderleri gibi görev süresini uzattı ve 2021’deki “anayasa değişiklikleriyle” 2036’ya kadar koltukta oturma yetkisi aldı. Tırnak içinde yazıyorum çünkü anayasa dediğimiz şeyin demokratik anlamı yönetenlerin yetkilerini kısıtlayan bir belge olmalarıdır. Oysa otoriter iktidarlar anayasayı kendilerini kısıtlayan (ellerini bağlayan) değil ellerini güçlendiren hukuksuz eylemlerine kılıf olan bir belgeye dönüştürüyorlar. Yani anayasa anayasa olmaktan çıkıyor. Ama Rustya’da 2008’i referans alırsak, o dönemki Putin kadar bile zahmete girmeyen bir ikidarımız var. Belki de aşırı kişiselleştiği, liderin güvenebileceği bir Medvedev bile bulamadığı, yarı başkanlık sistemindeki esnekliği bile olmadığı için.