Okumaktan çekinmeyin. Sağlıklı nesillerin ülkesini ve tarihini, net bir ayrılıkta değil, geçişlerle, değerlerle, sevgiyle aktarmak gerekiyor. Aksi ise tarihsel süreçte bağnazlığa, dogmalara yol açabilir.
Loading...
Kültür tarihçisi ve filozofu Walter Benjamin, “Tek Tön” adlı eserinde, 81 kısa hikâye anlatır. Deneysel bir formatta yazdığı 81 kısa hikâyede, nesnelerin, mekânların, yaşama ve yaşadığı yere ait anlamlandırmaların notlarını “şimdiki zaman” diliminde yabancılaşma mefhumu gibi kendi dinamiklerimizi yeniden sorgulamamıza neden olan kişisel anlatımlara yer verir. Franz Kafka’nın metaforik denemeleri ve John Berger’in ise görmeye dair metinlerinin deneysel içeriği gibidir. Gündelik hayata dair bu anlayışlar, kültüre dair keskin bir eleştiriyi de beraberinde getirir. Benjamin’e göre, modern toplum yalnızca “olumsuz bir taklittir” .
Nostalji, Svetlana Boym’un ifade ettiği, 21. yüzyılda geleceğe dair (fütürist) bir varsayımla açılır. Küresel nostalji salgını, “kolektif belleğe sahip bir dünyada komüniteye duyulan duygusal özlem, parçalanmış bir dünyada sürekliliğe duyulan özlem” tanımlamasıyla, “hızlandırılmış hayat ritimlerimize” ve “tarihsel altüst oluşlara” yeniden bakmak gibi “görmeye” dair algıları da yerinden oynatıyordu.
Nostaljinin tehlikesi, bireylerde özellikle de genç bireylerde şimdiki zamanla kurduğu bağ arasında keskin bir yanlış anlaşılmayı yanına taşımasıdır. “
Gerçek ev ile hayali evi birbirinde karıştırma eğiliminde” olmasıdır. Böyle bir başka yer anlayışı, Zygmunt Bauman’ın ifade ettiği üzere tüm dünya çapında “
modern karşıtı tarihsel mit üretimine” giriştir. Bu anlayış, yeni milliyetçi uyanışların bir özelliği olarak kabul edilmektedir (Bauman,2018:10-11).
Bu konuya nereden geldim? Yolculuk edeceğiz hep beraber. İdeolojinin ve tarihin anlamı üzerine bir yolculuktur bu. Tarihin, sosyoloji ile olan bağı yeni yönelimleri beraberinde getirmiştir. Bauman’ın “
ileri değişim oluşumları” olarak adlandırdığı aşkın ideal, insani ihtiyaçlarla, düşlerle ve arzularla; iktidar ile siyaset arasındaki uçurumun genişlemesinden sonra, daha “uyumlu bir toplumun” tasarlanması ve inşa edilmesi yoluyla “
insani mutluluğa” kavuşmayı da içerir (Bauman,2018:18)
Örneğin; Feyerabend’ın “Yönteme Karşı” eseriyle öngörüyle, yöntem konusunda, “açıklamadan “yoruma” dönüş ve çoklu bakış açılarının benimsenmesi ve teşvik edilmesi” gerçeğinin ortaya çıkmış olmasını hatırlatır. Sosyolojik pratikler çeşitliliği bu aşamada yeni “duyarlılıkları”, örneğin, tarihsel sosyolojide “tek yöntem anlayışının, özelikle tarihsel açıklamanın doğası konusundaki görüşün çökmesi konusunda” anlayışların farkındalığına işaret eder. Bu bağlamda, tarihsel sosyolojide eski büyük boy teori geleneği (Charles Tilly, Theda Skocpol, Barrington Moore) ya da “kültüre dönüş” gibi söylemelere mikro yönelimlerden bahsedilirken, M. Hechter (1992) ve E. Kiser (1996) bu tartışmayı ilerletmişlerdir. Onlara göre, tarihsel sosyolojinin uygun bir açıklayıcı bir bilim olabilmesi için, “makro ve uzun dönemli süreçlere odaklanan eski geleneğin konularının/ilgilerinin empirik genellemeler yapmaları için açıklamaya odaklanan daha uzman bir sosyolojik yaklaşımın önemsenmediğinin” altını çizmiş olmalarıdır. Bu tartışma ise, tarih ve sosyolojinin oldukça farklı aşamaları ve araştırmaları olduğunu savunan John Goldthorpe’un (1991) makalesine yansımıştır. Sizler için, bu makaleyi İngilizce’den Türkçeye çevirdim. Dolayısıyla, yorumcu ve açıklayıcı yaklaşım, sosyolojinin devam eden çekirdek ilgisidir ve tarihsel sosyolojide “perspektifteki” yorumcu-açıklayıcı model içinde değerlendirilmektedir. Disiplinler-ötesi, tarihsel sosyolojide yorumcu modelin karakteristiği olarak yorumlanmaktadır.
John H. Goldthorpe, 1991 yayınlanan, “
The Uses of History in Sociology: Reflections on Some Recent Tendencies (Tarihin Sosyolojide Kullanımları: Son Dönemdeki Bazı Eğilimlere Yansımaları) adlı makalesinde, tarih ve sosyoloji disiplinin geniş olarak anlamlandırılabilir ayrımlarına eğilmiştir. Büyük boy tarihsel sosyoloji kuramlarında metodolojik olarak hangi eleştirilere odaklandığını açıklamıştır. Bu tartışma Anthony Giddens’in “yapılaşma” teorisi ile birlikte ele alınmıştır. Giddens,”
tarih ve sosyoloji arasında mantıksal ve metodolojik olarak ayrımlar yoktur, sadece uygun şekilde “kendi bütünlüğü içinde” tasarlanmış bütünlükler vardır kendi tanımıyla “doğurmuştur” diyor.
Tarih idiografiktir; tanımların tekliğine yapılan parçaların araştırılmasıdır, tek görüngüdür (fenomen) incelenen. Buna rağmen, İngiliz sosyoloji topluluğu (beklentilerini anlatanlardan biri de: Keith Joseph), bu süreç içinde sosyal bilimlerin bu düşüncelerin hizmetinde beklemesinden sıyrıldığını vurgular. Özellikle de “pozitivizme” karşı eleştiriler gelince, 1960’lar ve 1970’lerde “politik radikalizm” ve “entelektüel muhafazakarlık (geleneksellik)” arasında sahne olan yeni ruh hali tartışmalarıyla sonuçlanmıştır.
Goldthorpe’nin bu eleştirilere ve tartışmalara “ilk” katkısı, “tarih” ve “sosyoloji” üzerinde süren “idiografik” ve “nomotetik” disiplinler arasındaki ayrımlara yapılan eleştirideki vurgudur. Goldthorpe, sosyologların her zaman teori üretebilmeye umut ettiklerine inanmıyor, bahsedilenler geniş ölçüde tarih ötesi türlerdir. Tarihçiler özellikle de genel düşünceler ve sosyal hareketler hakkında tanımlamalar üretebilirler, buradaki vurgu ise “süreç” ve “yapı” arasındaki tartışmadır. Ancak, yine de “tarih” ve “sosyoloji” arasında herhangi bir ayrım yerleştirmek yerine, anlamlandırılabilir “iyi tortuların” olduğunu hatırlamamız gereklidir.
Bu hususta, Goldthorpe, Londra Akademisi Üniversitesi’nde, 1950’li yıllarda şu soruyu yöneltir: “
Tarihsel gerçeklik nedir?” Tarihsel gerçeklik hakkında verilecek en kısa ve yalın cevap şudur:
“Tarih, geçmişle ilgili çıkarımlarda bulunurken, sosyologlar daha çok şimdiki zamana odaklanır”. Ancak, tarih ve sosyoloji arasında majör farklılıklar vardır. “Tarihin sosyolojide kullanımı” ne gibi “formlar” içerir sorusunu da yöneltmek gerekir. Bu noktada, sosyologlar kendi kanıtlarının üretebilmelerinin olanaklarını yaratırlar ve düşüncesizce tarihe dönmezler. İyi nedenlere ulaşmak için, yüzleşmek zorunda oldukları farklı limitlere sahiptirler.
Burada Goldthorpe, yanlış anlaşılmak istemez. Sosyologların, daha çok “sosyal değişimlerle” ilgilendiklerini vurgular. Sosyal değişimlerin temel kanıtları şimdiki zamandan toplanır. Sosyal değişimin tarihsel tanımlamaları değişmiştir ya da uzun dönemdeki “yaşam döngüsü” analizleri ve iki kuşaklar dönemi” gibi geçmişteki tarihi verilerine ulaşılır. Bu durum, “belirli yerle” bağlantılıdır. Bu kapsamda sosyologlar, belirli zaman diliminde genişçe “teorilerini” ve “hipotezlerini” geliştirirler. Sosyologların düşüncesi, tarihsel araştırmanın nedenlerinin sürecine odaklanmaktır. 19. yüzyılın sonundan itibaren, sosyoloji ve tarih arasındaki ayrımlara yönelen eleştiriler daha az destek görmüştür. Sosyologlar, bu dönemden itibaren veri toplamaya başlamıştır. Bu da “büyük boy sosyoloji teorilerinin” doğuşudur. 1966 yılında Barrington Moore’un “Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri” adlı eseri ile gündeme gelen ve Immanuel Wallerstein, Theda Skocpol’un, Perry Anderson ve Michael Mann ile oluşturdukları “uyanışlar” örnek gösterilebilir. Bu yazarlar, Herbert Spencer’in temsiline benzer bir duruş ile kesin bir soru sormayı dilememişlerdir. Büyük boy sosyoloji kuramı, pozitivizme karşı yeniden etki eden sosyoloji topluluğunun “tarihteki pozitivist oluşumu” olarak gündeme gelmiştir. Theda Skocpol’un “Devletler ve Toplumsal Devrimler” eseri ile birlikte bu oluşum karşılaştırmalı analizlere yönelir.
Goldthorpe, son olarak şunu ekler, sosyologlar, kendi topluluk dayanışmalarını oluştururken şunu unutmamalıydı: “
Sosyoloji, tüm doğrulukları ile birlikte tarihsel bir disiplin olmalıdır; sosyologlardan asla tarihten kaçamazlar. Dönemleştirme, tarihsel sosyolojide, kayıtları düzene yerleştirmek, sınıflamak ve entelektüel araçlarla betimleyerek “perspektif” olarak “uyarlama” işlevini yerine getirir. Yorum tarzı işleyişleri, Walter Ong (1982), Jack Goody (1977,1987) ve Claude Levi Strauss’un (1961) yazılarında karşımıza çıkmaktadır. Jacques Derrida ile aynı dönemde yazan Martin Heidegger, varlık ve zaman arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Bu yazarlar aynı zamanda okuryazar toplumla okuryazar olmayan toplumlar arasında değerlendirme amaçlı şematik bağlantılar kurdular. Buradaki amaç, “nitelemek” ve “dönemleştirmekti”. Peter Toohey, sırasıyla, “
ebedi, döngüsel, şehirli olmayan arasında, mit, şiir ve kalıcılık arasında, kamusal ve dış arasında, zamanlı (bu yüzden saatli ve takvimli), doğrusal, şehirli arasında (mitin aksine), tarih ve bilim arasında, nesir, geçici, özel ve iç arasında” karşılaştırma biçimlerine yer verdiklerini belirtir.
Sosyoloji aynı zamanda “hümanist bir disiplin” olarak, insana dair bütün ilgileri ortaya çıkarır. Perspektif, sözlükte, dört başlık etrafında alınmaktadır:
- Eşya ve nesnelerin uzaktan görünüşü, görünge,
- Nesneleri bir yüzey üzerine görüldükleri gibi çizme sanatı,
- Belli bir süreç
- Bakış açısı
Sosyolojide, “toplumsal olaylarının, değer yargılarının” kavranması gibi oluşumları, hangi perspektiften bakacağımız konusu önem kazanmaktadır. İdeolojik, tarihsel gibi açılar hepsi bu kapsamda değerlendirilebilir. Perspektifte, sanatın diğer dalları örneğin, felsefe, edebiyat, sinema, resim, fotoğraf gibi alanların içerinde çeşitli yansımaları vardır. Bu konuyu uzunca anlatmamın nedeni, emeğin nasıl dönüştüğünü görmek, tarih ve sosyoloji arasındaki ilişkinin sadece salt bir kavramsallaştırma olmadığını hatırlatmaktır. Tuncay Fişekçi’nin, “1960’lardan Kareler” adlı eserini inceledim. Kendisi, 1968 yılında Hukuk Fakültesi’Ne girmiş, , daha sonra ise Tuncay Okan’ın sinema yazılarına yön vermiştir. İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalgası akımından etkilendi. Bu şu demekti: Özel mekân, oyuncu ve dekor aramadı. 1960’lı yılların Türkiyesi’ne bakmak için, sol ideolojinin Türkiye’deki seyrine Tuncay Fişekçi’nin kamerasındaki bir fotoğraf üzerinden bakmak istiyorum. Yani: “İNSAN ve NESİLLER”.
Okumaktan çekinmeyin. Yeni bir aydınlanmada, kültür ve nesil arasındaki ilişkiyi, salt ideolojik bir işlev olarak özümsememek için, sağlıklı nesillerin ülkesini ve tarihini, gündelik hayat-zaman-süreklilik-kopuşlarla makro ve mikro boy tarihsel kuramlarda net bir ayrılıkta değil, geçişlerle, değerlerle, sevgiyle aktarmak gerekiyor. Aksi ise, tarihsel süreçte bağnazlığa, dogmalara yol açabilir. Devlet-millet ilişkisinde ülkesi, kendisiyle, aydınıyla ve devletiyle ve dünyayla barışık olmak için dogmalara bağlı kalmaya değil, aydınlanmaya ve üretmeye çalışmalıyız. Tarihin sonu, son insan denilen bu süreç, ideolojilerin çatışması, ideolojilerin eklemlenmesi değildir. Tarihin İnsan denilen varlığının süreçte etkin olması ve tarihin kendi kötümserliğinden yani total ideolojilerden kurtulması demektir. Emeğin dönüşümü, haysiyet meselesi ise anlam yolculuğundadır. Anlamak işte!