Tapınaklar, meyveler ve baharat

Abone Ol
Sandıklarının kapağını kaldırınca içinden iki kobrayılanı çıktı, başladı düdüğünü öttürmeye. Kobralar dans ediyor, ben de neden burada durduğumu bilmeden aval aval izliyorum. Meğer kobralar sağırmış, bu korkunç ses o zavallı hayvanların oynaması için değil, benim eğlenmem içinmiş. Üç saatlik yolu on iki saatte almak benim bayıldığım bir gezme şeklidir. Habarana’dan Kandy’ye giderken de böyle oldu. Dambulla’daki mağara tapınaklarını görmek için ilk molayı verdim ama gelin mağaraya çıkarken yolda yiyip içtiklerimden bahsedeyim çünkü bunlar da bir Sri Lanka gezisinin olmazsa olmazları. Tepedeki beş mağaraya çıkmak için asla Sigiriya kadar uzun ve yorucu olmasa da yine de bir hayli merdiven ve yokuş çıkmanız gerekiyor. Hâl böyle olunca, tezgâhına meyvesini koyan gelip yokuşta bir yere dükkânını açmış. Çok lezzetli bir mangonun ardından, alfonso denen bir başka çeşidiyle daha ekşimtrak bir tada sahip olan ham halini de yedim; yabani bir yemiş, yıldız meyvesi, çan meyvesi… Bu küçük lezzet şöleni insanın yorgunluğunun hiç değilse yarısını alıp götürüyor. Ama öyle meyveyi alıp elinde yiye yiye çıkmak diye bir ihtimal yok çünkü yanı başınızdaki maymunlardan birinin onu elinizden çekip alması, vermezseniz de size bazı hoş olmayan davranışlarda bulunması kaçınılmazmış. Ama tezgâhtarlar maymunlara karşı pek hoşgörülü olmadıkları için onlardan korkuyorlar ve meyveleri tezgâhların başında yerseniz bir maymunla dövüşmek zorunda kalmıyorsunuz. Bu maymunların, hele gözlerinden afacanlık saçılan bebekleri çok sevimli, ama profesyonel hırsızlıklarından ve arsızlıklarından bezmeyen insan görmedim. Eh, biraz meyve yedik, biraz soluklandık; derken kendimizi mağaraların yanında bulduk. Sri Lanka’yı yine kuraklığın kasıp kavurduğu zamanların birinde, Kral’ın savaşa gitmesi gerekmiş. Kuraklık, salgın hastalıkla eşanlamlı olduğu için ülke kırılıyormuş. Üstelik Kraliçe de salgına yakalanmış ama Kral yönetimi eşine devredip savaş meydanına gitmiş. Bu esnada, en büyük günahlardan biri olsa da Budist rahipleri birbirlerine düşmüşler. Kral giderken, “halkı doyurmayı ve rahipler arasındaki kavgayı bitirmeye çalış, gerekirse bütün servetimizi harca,” demiş eşine. Velhasıl, Kral savaşı kazanıp ülkesini işgalden kurtarmış ama halkını aç bırakmayan, üstelik rahipler arasındaki savaşı da bitirmeye muvaffak olan eşini salgında kaybetmiş. Döndüğünde, Kraliçe’nin servetinden bir kısmını artırdığını görmüş. İşte o servet, dördüncü mağaranın içindeki bir küçük tapınağa konmuş. Rivayet o ki, en son teknolojik araç gereçlerle gelip baktıklarında orada Kraliçe’nin bıraktığı mücevheratı görmüşler… Buda’nın heykellerinden daha önemlisi mağaralardaki duvar resimleri. Bu resimler rahipler arasındaki tartışmanın bitmesini sağlamış, Buda’nın öğretilerini gördükçe aralarındaki ihtilafa son vermişler. Buda’nın en sevdiği ağaç olan ve ahlak arasında “bilgelik ağacı” denen kutsal hintincirini buraya dikmişler. Bu ağacın aynısından ilk başkent olan Anuradhapura’da da varmış. Ama o ağaç, tarihte kaydedilmiş en eski ağaçmış -MÖ 3. yüzyıl. Dallara bağladıkları çaputlara sıkıntılarını yazan insanlar, buraya gelenlerin dualarıyla iyileşmeyi, sorunlarının çözülmesini bekliyorlarmış. Buda’nın otuz metrelik en büyük heykelini de burada gördüm ama bu büyüklük ile estetiğin, dolayısıyla da etkileyiciliğin aynı anlama gelmediğini insanların nasıl fark edemediğine yine hayret ettim.
Budanın otuz metrelik en büyük heykelini de burada gördüm ama bu büyüklük ile estetiğin, dolayısıyla da etkileyiciliğin aynı anlama gelmediğini insanların nasıl fark edemediğine yine hayret ettim.
Dönerken yılan oynatıcısı da gelmiş, tezgâhını açmıştı. Sandıklarının kapağını kaldırınca içinden iki kobrayılanı çıktı, başladı düdüğünü öttürmeye. Kobralar dans ediyor, ben de neden burada durduğumu bilmeden aval aval izliyorum. Meğer kobralar sağırmış, bu korkunç ses o zavallı hayvanların oynaması için değil, benim eğlenmem içinmiş. Kobraların dişlerini de çekmiş ama hayvanların dişleri yeniden çıkıyormuş, o yüzden de yılan oynatıcısı ara ara kontrol edermiş. Dişleri çıkar da hayvan ısırırsa yandı, hoş artık onun da bir panzehiri varmış, oynatıcılar yanında taşırmış. Sonra çantasından da bir piton çıkardı, boynuma doyacak aklınca… Yer miyim ben bu numarayı, birkaç rupi koydum, yoluma devam ettim. Benim nazik boynuma ne yapacağı belirsiz dev gibi yılanı dolayacak, sonra hayvanın kafası atsa boynum kopacak… Postu deldirmeden çıkmayı başarınca soluğu “baharat bahçesinde” aldım. Eşsiz güzellikte bir yer. Beni karşılayıp hiçbir kimyasalın kullanılmadığı üç yüz hektarlık bahçenin bir bölümünü gezdiren Bonnie, ayurveda tahsili yapmış bir hekimmiş aynı zamanda. En akıl almaz ağaçları, çiçekleri, kökleri, bitkileri gösterdi. Limonotu kemirdim, taze karanfil yaprağı çiğnedim, tarçın ağacının gövdesini koklayıp muskatın içindeki kırmızı çiçeğe dokundum, koka bitkisinin çiçeğini dalında gördüm, karabiberinden kakaosuna…
Kobra oynatan, çantasından da bir piton çıkardı, boynuma doyacak aklınca…Yer miyim ben bu numarayı, birkaç rupi koydum, yoluma devam ettim. Benim nazik boynuma ne yapacağı belirsiz dev gibi yılanı dolayacak, sonra hayvanın kafası atsa boynum kopacak…
Benim gibi botanik bilgisi çok kıt insanlar için ne kadar öğretici ve güzelse, eminim ki uzmanları için de en azından bir o kadar güzeldir. Kırmızı yağdan ve ayurveda masajının içeriğinden de bahsetti, hani ben dün otuz sekiz bitki ve kökten yapılan yağla ovulan bedenimden söz etmiştim, meğer o yağın içinde koka bitkisinin çiçeği de varmış! Yani koka bitkisiyle ve çiçeğiyle bu kadar haşır neşir olacağım aklıma gelmezdi hiç. Buradaki bitkilerden elde edilen kremler ve kırmızı yağla biraz masaj yapıyorlarmış, hayır demesi kolay değil, ben de diyemedim. Ha bu esnada “jack fruit” dediği bir meyveyi ikram etti. Ağacı da ayrıca çok güzel olan pek lezzetli bir tropikal meyve, üst üste birkaç dilim yedim. Meyvenin adının Jack adındaki bir İngiliz’den geldiğini söylediler. Çıkmadan bir satış mağazası yapmışlar, masajdan sonra verilen baharat çayını görünce hemen aldım. Tabii ki bütün ürünleri kendi bahçelerinden geliyormuş. Yine Kandy yolu üstünde görülesi bir Hindu tapınağı var. Hinduizm hakkında bilgim olmadığı için tapınağın üstündeki küçük insan heykellerinin neyi temsil ettiğini anlayamadım. Ama heykellerle bezeli bu mavi yapının çok etkileyici bir yer olduğunu söyleyebilirim. Anlatmak istediğim son yer de kaya tapınağı: Mathale Aluwiharaya. Budist rahipleri, bütün kutsal metinlerden bildiğimiz gibi öğretiyi ezberleyerek bir sonraki nesle aktarıyorlarmış. Ama bu aktarım sırasında çeşitli farklılıklar olduğu saptanınca yazılı bir metne ihtiyaç duyulmuş. İşte bu tapınağın müzesinde Budizmin ilk metinlerinin örneklerini görmek mümkün.
Yeniden yola çıktığımıza göre Kandyye geliyoruz sayılır. Ne tesadüf, yol kenarında liçi ve mangostan satan biri var, ikişer tane yemeden geçmemeli. Üç saatlik yolu on iki saatte alırsam iyidir bu sefer.
Budist rahipleri balıkkuyruğu palmiyesinin yapraklarını düzgün şeritler halinde kesip kuruttuktan sonra metinleri nokta nokta bu yaprağın üstüne işliyorlar. Ardından bu delikleri küllerle dolduruyorlar. Külün fazlasını silkeleyip yaprağı hindistancevizi yağıyla bir nevi mühürlüyorlar. Sonra bu yaprakları arka arkaya gelecek şekilde ciltleyip bir nevi kitap yapıyorlar. Böylece kurudukça beyazlaşan yaprağa bakan herkes külle yazılmış yazıları okuyabiliyor. Tapınağın içinde mağarada da gördüğüm “Uyuyan Buda” heykellerinden biri var. Gözünüz birkaç saatlik dağ tırmanışını keserse, tepedeki Buda heykelini de görebilirsiniz -benimki kesmedi. Yeniden yola çıktığımıza göre Kandy’ye geliyoruz sayılır. Ne tesadüf, yol kenarında liçi ve mangostan satan biri var, ikişer tane yemeden geçmemeli. Üç saatlik yolu on iki saatte alırsam iyidir bu sefer.