Prof. Dr. Taner Timur, Birgün Pazar'da Cemal Kaşıkçı olayını kaleme aldı.
Timur'un bugünkü Birgün Pazar'da yayımlanan yazısı şöyle:
Clausewitz’in çok bilinen sözüdür, “Savaş, siyasetin başka yollarla devamıdır” demişti Prusyalı general. Oysa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu tespite bir cümle daha eklendi. Siyaset uzmanları “Örtülü savaş da savaşın başka yollarla devamıdır!” diyorlardı. Bu yolla bazı düşman hedefler vuruluyor, fakat geride iz bırakılmıyordu. Böylece bir yandan bir düşman ortadan kaldırılıyor, öte yandan da türlü spekülatif iddialarla karşı tarafta psikolojik çöküntü yaratılıyordu. Bu arada bol bol da “komplo kuramcısı” üretildi.
Soğuk savaş yıllarında “örtülü savaş” ya da “operasyon” denilince, akla CIA ile KGB gelirdi. Sonra Sovyetler Birliği çöktü ve herkes meydan artık CIA’ye kaldı diye düşünmeye başladı. Meğerse yanılgıymış! Giderek belirginleşen çok kutuplu dünyada “örtülü operasyon”lar da irili ufaklı “kutup”lardan tetiklenmeye başlamıştı. İşin garibi bu dönemde bu kutupları simgeleyen “Derin Devlet” sözcüğü de bizim emniyetçiler tarafından icat edildi ve dünya siyaset jargonuna (Deep State) hediye edildi. Bunun hikâyesini yine bu sayfalarda anlatmıştım. (BirGün, 18 Mart 2018).
Oysa son yıllarda daha da vahim bir aşamaya doğru sürüklenir gibiyiz. “Gizli” operasyonlar da giderek “açık operasyon”lara dönüşmeye başladı! Baksanıza birkaç gün içinde Çin’de İnterpol Başkanı kayboluyor; İstanbul’da da Suudi Arabistanlı tanınmış bir gazeteci kendi ülkesinin konsolosluğuna giriyor ve bir daha çıkamıyor. Bu arada Londra’da zehirlenen Rus ajanla ilgili rivayetler de sürüp gidiyor. Böylece vuran da, vurulan da belli iken, “örtülü operasyon”dan söz etmek de sadece gerçekleri örtmek isteyenlerin işine yarıyor.
•••
Yine de Interpol Başkanı Meng’in Çin’de sağ salim ortaya çıkması bu ortamda bir teselli unsuru oldu. Meng, kendi ülkesinde “suçlu” bulundu; görevinden istifa etti(rildi); şimdi de “adil bir yargılanma” bekliyor! Buna karşılık ülkemizde “kaybolan” Suudî yazar Cemal Kaşıkçı bir daha ortalıkta görünmedi ve işler de bu yüzden karıştı. Olayla ilgili her türlü spekülasyon daha ilk günden başladı ve ileri sürülen en yaygın senaryo da şu oldu: Bahtsız gazeteci konsoloslukta öldürülmüş; vücudu parçalara ayrılmış ve her bir parça da aynı gün iki uçakla Türkiye’ye gelen istihbaratçılar tarafından valizlerle yurt dışına çıkarılmış!? Uçaklar, Türkiye’ye geliş ve gidiş saatleri, uçaktaki istihbaratçılar, adli tabip, valizler, kısaca her şey ortada! Ortada olmayan sadece Cemal Kaşıkçı!
•••
Belli ki spekülasyonlar aylar, belki de yıllar boyu sürecek! Ve bu arada “suç mahalli” ülke de tartışmaların dışında kalmayacak! Soru şu: Acaba Türkiye, ülkesinde bulunan ve tehlikede olduğunu söyleyen ünlü bir yazarı korumak için kendisine düşeni hakkıyla yaptı mı? O halde biz de bu soruya bir yanıt arayalım ve bunun için de önce “Kaşıkçı Dramı”nın sahnelerini sıralamaya çalışalım:
1) 2 Ekim 2018’de, saat 13.00’te, Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’na giriyor ve girmeden önce de nişanlısını saat 17.00’ye kadar dönmediği takdirde hemen harekete geçmesini ve verdiği telefon numaralarını haberdar etmesini söylüyor.
2) Saat 17.00 oluyor; Kaşıkçı ortada yok; nişanlısı verilen numaraları arıyor; bunlar arasında AKP Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay da var. Bu durumda “ne kadar büyük sorumluluk altında olduğunu” anlayan Aktay hemen harekete geçiyor ve “titreyen parmaklarla” telefona sarılarak “en uygun isimleri” arıyor. “Aradıklarımın bir kısmına ilk denemede ulaşamadım” dediğine göre Erdoğan’a da ulaşamamış olduğunu düşünebiliriz. Yine de “kısa süre içinde bilmesi gereken herkes” olaydan haberdar oluyor ve “o saat itibariyle de (...) bütün tedbirlerin en üst düzeyde alındığı bilgisi” geliyor. (Yeni Şafak, 6 Ekim 2018).
3) Epeyce uzun bir sessizlikten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da tavrını ortaya koyuyor; “Cumhurbaşkanı olarak ben de bu işin takibindeyim, kovalıyorum; buradan çıkan sonuç ne olacaksa, onu da dünyaya bildireceğiz!” diyor. Yine de Tayyip Bey ihtiyatlı; şöyle devam ediyor: “Benim beklentim hâlâ iyi niyetli. Cemal Bey benim eskiden tanıdığım bir arkadaşım. İnşallah diyorum o arzu etmediğimiz durumla karşı karşıya kalmayız” (Hürriyet 7 Ekim 2018). Ertesi günlerde ise ses tonunu biraz daha yükseltiyor ve 10 Ekim’de Macaristan’da da şunları söylüyor: “Sorumluluk makamında olan insanlar olarak bir an önce neticeyi almak durumundayız. Başkonsolosluk yetkilileri ‘Buradan çıktı’ diyerek kendilerini kurtaramaz. Çıktıysa, bunu görüntülerle de olsa ispat etmek zorundasınız. İspat edeceksiniz.”
4) Oysa zaman geçiyor; hiçbir gelişme olmuyor; “netice” alınamıyor ve kimse de bir şeyi “ispat etmeye” niyetli görünmüyor. Olay adeta soğutulmaya, unutulmaya terk edilmiş durumda ve Kaşıkçı’nın güvendiği, önlem beklediği Yasin Aktay bu kez de şunları yazıyor: “Türkiye ve Suudi Arabistan birbirine mecbur iki halk, iki ülkedir. Kaderleri birbirine bağlıdır. Kaşıkçı’nın başına gelenleri sorgulayıp Suud makamlarından bunun açıklamasını beklemek asla S. Arabistan’a düşmanlık anlamına gelmez (...) Esasen Kaşıkçı’nın en önemli davalarından biri de Türkiye ve S. Arabistan ilişkilerinin bir kader olduğunu vurgulamak ve bu ilişkileri geliştirmekti”. (Yeni Şafak, 10 Ekim 2018).
Mademki “Türkiye ve Suudi Arabistan birbirine mecbur iki ülke” imiş, mademki “kaderleri birbirine bağlı imiş”, o halde biz de Cemal Kaşıkçı’nın “dava”sının ne olduğunu anlamaya çalışalım.
•••
Cemal Kaşıkçı, silah tüccarı milyarder iş adamı Adnan Kaşıkçı’nın yeğeni. Altmış yıl önce Medine’de doğmuş, ilk ve orta öğrenimini ülkesinde yaptıktan sonra, lisans ve yüksek lisans derecelerini de Amerika’da, Indiana Devlet Üniversitesi’nden alıyor. Yirmili yaşlarında gazeteciliğe başlıyor ve Afgan mücahitler Sovyetler Birliği’ne karşı savaşırken o da onlara sempati duyuyor; davalarını destekliyor. Hatta Bin Ladin’in davetlisi olarak Afganistan’a gidiyor, El Kaide lideriyle ilki 1987’de olmak üzere birkaç kez de söyleşi yapıyor.
•••
Kaşıkçı’nın Bin Ladin’le sıcak ilişkileri hiç unutulmamış, kendisi sık sık radikal İslamcılara maddi yardım yapmakla suçlanmıştır. Oysa o, her vesileyle bunun bir gazetecilik başarısı olduğunu ve İslamcıları şiddet eylemlerinden uzaklaştırmaya çalıştığını söylüyordu. “Tanıdığım Bin Ladin” adlı eserin yazarı Peter Bergen de, Kaşıkçı ile uzun bir mülakat yapmış ve sonunda onun El Kaide’den çok Müslüman Kardeşlere sempati duyduğunu (“deeply sympathetic”) yazmıştı. (Washington Post, 7 Ekim 2018). Başka meslektaşları ve yakınları da 2000’lerin başından itibaren Kaşıkçı’nın selefî görüşlerden uzaklaştığını ve seküler, reformist fikirlere yöneldiğini söylüyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki Kaşıkçı’nın Bin Ladin ile flörtü, El Kaide yandaşlığından çok Sovyet düşmanlığından kaynaklanmıştı. Nitekim kendisi Suudi “establishment”ı içinde daima itibarlı bir yere sahip olmuş; El Vatan gazetesinde ve oradan istifa ettikten sonra da El Arab TV’sinde yöneticilik; BBC, El Cezire, Dubai televizyonlarında da yorumculuk yapmıştı. Eski Suudi İstihbarat Başkanı Prens Türkî bin Faysal’ın en yakın dostları arasındaydı ve Türkî, Washington’da 2003-2006 arasında büyükelçi iken Kaşıkçı da elçiliğin adeta fiili sözcüsü haline gelmişti.
Peki iktidarla ipler ne zaman kopmaya başladı?
•••
Donald Trump başkan adayı olup da İslamofobi ağırlıklı bir kampanya başlatınca, Suud Sarayı’yla ipler de gevşemeye başladı. Ve Trump seçilince de koptu. Bu süreci anlatan Washington Post, Ortadoğu muhabiri Liz Sly, “Trump’ın başkan olarak seçilmesi”, diyor, “Belki de dünyanın hiçbir yerinde Suudi Arabistan’da olduğu kadar sevinç uyandırmadı” (W. Post, 7 Ekim 2018). Oysa Kaşıkçı, yeni başkanın İslam düşmanlığı kadar Putin dostluğundan da kaygı duyuyordu. Böylece giderek iktidar çevrelerinden uzaklaştı ve 2017 yılında da ABD’ye sığındı. Sığınmakla da kalmadı, orada Washington Post gibi görüşlerini özgürce ifade edebileceği bir platform buldu. Artık ülkesine -kendine göre ılımlı, fakat veliaht Prens’e fazlasıyla sert görünecek- eleştiriler yöneltme olanağına kavuşmuştu.
•••
Gerçekten de Kaşıkçı’nın 2017 sonbaharından beri Washington Post’ta yazdığı yazıların sadece başlıkları bile hırslı Veliaht Selman’ı ne kadar öfkelendirmiş olabileceğini gösteriyor. İşte bunlardan doğrudan Selman’ı hedef alan bazıları:
“Suudi Arabistan her zaman bu kadar baskıcı olmadı; şimdi dayanılmaz halde!” (18 Eylül 2017). “Suudi Arabistan Veliaht Prensi, Putin gibi davranıyor!” (5 Kasım 2017). “(Yemen’de) Suudi Arabistan Arap Baharı’na ihanetinin bedelini ödüyor!” (5 Aralık 2017). “Suudi Arabistan Veliaht Prensi ulusal medyayı her zaman kontrol etti; şimdi ise onu boğuyor!” (7 Şubat 2018). “Suudi Arabistanlı kadınlar artık araba kullanabiliyor; Veliaht Prens çok daha fazlasını yapmalı!” (25 Haziran 2018).
•••
Şimdi bu satırların yazarının, en ufak bir muhalefete bile tahammül edemeyen ülkesinin parçası sayılan bir konsolosluğa, bazı özel evraklar almak için girmesinde şaşılacak bir şey yok denilebilir mi? Öyle anlaşılıyor ki Kaşıkçı Türkiye’ye fazla güvenmiş, Prens Selman’ın Türkiye’de böyle bir operasyona girişemeyeceğini sanmış, feci şekilde de yanılmıştır. Böylece varılan noktada kendisi ortadan kayboldu; ülkesi infaz iddialarını şiddetle reddediyor ve bunu yaparken de Kaşıkçı’yı İslamcı teröristlere, Müslüman Kardeşler’e destek olmakla suçlamaktan geri durmuyor. Oysa bu suçlama, Suudi Arabistan’ın aynı zamanda Katar ve Türkiye’ye de yönelttiği bir suçlamadır ve bu ülkelerin Ortadoğu’daki son kamplaşma sürecindeki yerlerini işaret ediyor.
•••
Kuşku yok ki Kaşıkçı hem Katar’a hem de Müslüman Kardeşler’e yakınlık duyuyordu ve bu da kendisini AKP iktidarına da yakınlaştırıyordu. Buna karşılık otoriter rejimlere -ve bu arada Putin’e- şiddetle karşı olması, Beştepe’de kuşkular uyandırıyordu. Türkiye herhalde bir gazeteci için Suud düşmanlığı yapacak değildi; ne de olsa, Y. Aktay’ın deyimiyle, bu iki ülke “birbirine mecbur” haldeydiler. Dikkatli olmalı, esnek davranılmalıydı; zaten bu sıralarda Arap cephesi -Trump’ın (dolaylı ve korumacı) başkanlığı altında- somut bir yapılanmaya doğru yöneliyordu. Eylül sonlarında ABD Dışişleri Bakanı Pompeo birçok Arap meslektaşıyla görüşmüş ve bir çeşit “Arap Nato’su”nun temelleri atılmıştı. The Economist dergisine göre (6 Ekim 2018) bu stratejik birliğin (Middle East Strategic Alliance) yıllık harcamaları 100 milyar doları bulacak ve 5000 tank, 1000 savaş uçağı ve 300 bin kadar da askeriyle yeni bir ordu kurulacaktı. Bu koşullarda ortalığı karıştırmanın anlamı yoktu ve böylece “Kaşıkçı Soruşturması” Türk ve Suudi’lerden kurulacak “ortak bir komisyon”a havale edildi. Bu koşullarda, Ziya Paşa’nın deyimiyle, “kadı”nın davacı, “mübaşir”in de tanık olduğu bir davaya sürüklenir gibiyiz.
•••
İşte tablo bu ve bu tablo karşısında tekrar Kaşıkçı’ya dönerek, onun hakkında “ne İsa’ya ne de Musa’ya yarandı” da diyemeyeceğimiz kanısındayım. Olayların gidişatına bakılırsa bu duruma düşmeye, yıllardır izlediği ilkesiz dış politikasıyla daha çok Türkiye aday görünüyor. Son 30 yıl içinde Afganistan’da Bin Ladin sempatisinden, İslam dünyasında insan hakları savunuculuğuna evirilen gizemli ve çok çehreli Kaşıkçı ise, biraz da elinde olmayan nedenlerle, şimdiden İslamcı faşizmle savaşan cephenin simge isimlerinden bir haline gelmiş bulunuyor.
Editör: TE Bilisim