Taliban Şeriatı ya da Dinbazlığın* sonu
DİN DEĞİL SİYASET
Elbette burada temel tartışmalardan birisi Taliban’ın siyasal pratiklerinin İslam’la ne kadar bağlantılı olduğu olacaktır.
Burada da tartışma kaçınılmaz olarak “Gerçek İslam ne?”, “Gerçek İslam’ı kim temsil ediyor?” soruları ile karşı karşıya kalacağız.
Hepimiz biliyoruz ki, günümüzde tüm dinlerde olduğu gibi İslam’ın da farklı dini yorumları söz konusudur. Bu yüzden farklı mezhepler, farklı tarikatlar var. Bu açıdan tüm dinler çoğulcudur. Ulus-devlet sistematiği içinde devlete düşen görev, bu farklılıkları kamusal alan içinde bir arada yaşatabilmesi yani hakem olmasıdır.
Bütün bu çoğulculuk içinden İslam'ın tek ve gerçek yorumunu yaptığını düşünen ve bunun için şiddet kullanarak farklı olanları 'doğru yola' getirmeyi düşünen akımlar var. Günümüzde Selefi akımlar olarak karşımıza çıkan bu grupların amacı bu.
Şimdi Taliban, bu akımın dünyada en güçlü temsilcisi olmaya aday.
Bugünkü verili gerçek içinde Suudi Arabistan (Sünni) ve İran (Şii) İslam'ın iki farklı yorumu ile Müslüman dünyanın önde gelen iki ülkesi. Ve bu öncülük, dini yorumlarının gücünden değil; siyasal ve ekonomik güç ve konumlarından geliyor.
Bu açıdan Taliban’ın radikal İslamcı yönü ile günümüz dünyasında çevre ülkeler başta olmak üzere, Müslüman ülkeler ve dünyadan kabul görmesi çok kolay görünmüyor.
Bunun nedeni Taliban’ın temsil ettiği İslami yorumun güç ya da güçsüzlüğünden değil, uluslararası ilişkilerde belirleyici olanının ilahi olan 'din' üzerinden değil seküler ve dünyevi 'siyaset' üzerinden şekillenmesindendir.
Diğer yandan, ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin arkasında, Taliban’ı çevre ülkelerin uğraşacakları bir sorun olarak bırakması ve o ülkeleri enerjilerini Taliban’ı kontrol ettirmeye çalışması olabilir.
ABD'nin hedefi gerçek olsa bile radikal İslami yorumun ve pratiklerinin yani Taliban’ın kısa ve orta vadede insanlık için zararlı olacağı gerçeğidir.
İKTİDAR, DİNİ DEĞİL DÜNYEVİ BİR ALANDIR
Taliban’ın iktidar üzerinden toplumsal çoğulculuğu yok sayması, kendi dini pratiklerine uymayan kadınları eve kapatması, siyasi muhalifleri idam etmesinin dini hiçbir meşruiyeti yoktur. Çünkü bu zihniyet ilahi olan dini referans alan ataerkilliğin değil, maddi gücü referans alan otoriterliğin pratikleridir.
İlahi olan din, siyasal meşruiyet aracı olarak kullanıldığı sürece hiçbir ülkeye refah, huzur, demokrasi, özgürlük getirmiyor. Dinin siyasete alet edilmesinin yarattığı tabloyu Müslüman ülkelerde görüyoruz.
Nitekim bugün bir bütün olarak İslam dünyasına bakıldığında, dinin vazettiği hiçbir ahlaki, sosyal ve toplumsal değerin yeterince yaşandığını görmüyoruz.
İster Sünni-Vahabi Suudi Arabistan, ister Şii İran, ister Sünni Mısır, ister şeriat devleti kuracağını söyleyen Taliban yönetimi olsun gördüğümüz, toplumun küçük bir azınlığının ülkeyi yönettiği, toplumsal eşitsizlik, eğitimsizlik, gelir adaletsizliğidir. Sadece ekonomik olarak değil dini değerler açsından da durum farklı değildir.
BİREYSELLEŞMENİN ÖNEMİ
Ve İslam dünyasının bu durumunu Batı’nın oyunu, Batı’nın İslam Dünyası’nı sömürmesi olarak açıklamak fazlaca kolaycılık olur. Dahası açıklamak gibi kolaycılığına kaçtığı için de anlamak gibi bir çabayı da anlamsız bulur. Oysa sorun tam da anlama çabasının olmamasıdır.
Bu tablonun değişmesi ise tek tek tüm Müslümanlara, dindarlara düşüyor. Bunun yolu bireyselleşmeyi temel alan bir zihinsel dönüşümdür. İslam dünyası bunu gerçekleştirmezse, içinde olduğu kadim sorunlarla yaşamaya devam edecektir.
Bu bireyselleşmenin ilk adımı özel alanda farklı olanla yaşamayı kabullenme, kamusal alanda da devlet yönetiminin laikleşmesi ve dinin devlet yönetimin dışına çıkarılması talep edecek bir siyasallaşmadır.
Taliban rejiminin insanlığı utandıran siyasal pratikleri bize bir kez daha dinin, dinbazlardan korunmasının ne kadar önemli olduğunu göstermiştir.
---
* Tayfun Atay’a referansla kullandığım bu sözcüğü, Peyami Safa “dini kendi bildiğince tahrif eden, ‘din dolandırıcısı’” için kullanır. Safa; “Bize ‘dinbaz’ ve ‘devrimbaz’ değil, dindar ve inkılapçı lazım.” diye yazar. (Din-İnkikap-İrtica, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1990, s. 88)