Türk bankacılık sektörü için kritik önemdeki gelişme; Mayıs seçimlerinin sonucu ve akabinde izlenecek ekonomi politikalarının finansal piyasaların işleyişinde, piyasa fiyatlarında (döviz kuru-faizler) ve beklentilerde yaratacağı etkidir. Ekonomist Fikret Kartal yazdı
Silicon Valley Bank (SVB) bünyesinde yaşanan ve birkaç gün içinde ABD-Avrupa bankacılık sektörleri ile birlikte ABD ve Avrupa merkez bankalarının para politikasına da tesir eden gelişmeler, birikmiş ve artan riskler üzerinden finans sektörünün kırılgan bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Uluslararası standartların üzerinde yoğunlaştığı temel risklerden olan piyasa riski ve bunun bir alt kırılımı olan faiz riski ile likidite riski yaşanan gelişmelere damgasını vurmuştur.
Ancak orta ölçekli bir kurumdaki kırılganlığın sisteme zarar verir boyuta gelmesi, bu kurumdan bağımsız olarak, makroekonomik görünüme ve finans sektörüne yönelik ciddi kaygıların bulunduğunu da göstermektedir. Aşağıda öncelikle SVB’nin finansal pozisyonunu sarsan temel gösterge ve gelişmeler teknik açıdan değerlendirilmekte, akabinde yaşananlardan hareketle Türk bankacılık sektörüne yönelik bazı teknik ve genel değerlendirmelere yer verilmektedir.
SVB OLAYI
SVB’nin temel finansal göstergeleri aşağıdaki gibidir.
Aktiflerde %57’lik pay ile menkul değerler, pasiflerde %81 pay ile mevduat, mevduat içinde ise toplam mevduatın %47’sini oluşturan vadesiz mevduat öne çıkmaktadır. Yüzeysel bir bilanço incelemesinde, bankanın kredi riski düşük, faiz riski yüksek bir kalem olan menkul değerlere ağırlıkla yatırım yaptığı, pasiflerde ise faiz maliyeti olmayan kalemlerin öne çıktığı belirtilebilir.
Bankanın bilanço kompozisyonunu şekillendiren ve olağan dönemlerde sorun yaratmamasına karşın, mevcut konjonktürde krize yol açan iş modeline işaret edilmesi faydalı olacaktır. Teknoloji alanında faaliyet gösteren ve geçmişte yüksek sermaye yatırımı alan şirketlerle çalışması sebebiyle SVB yüksek tutarda mevduat toplamış, ancak bu şirketlerin kredi ihtiyacının az olması nedeniyle yatırımlarında menkul değerlere yönelmiştir. Dolayısıyla hitap edilen sektörün iş yapış tarzı, sahip olduğu varlıklar ve ihtiyaç duyduğu krediler üzerinden SVB’nin bilançosu şekillenmiştir.
Bu profile sahip bir bilanço yapısı iki temel riskle aynı anda yüzleşmiştir.
1.) Faiz Riski: ABD’de son bir yıl içinde faizlerin sıfıra yakın noktalardan %5’lik düzeylere yükselmesi menkul değerlerin düşen fiyatları üzerinden önemli bir kayba ve finansal yapıda bozulmaya neden olmuştur. Esasında SVB dönemin şartlarına uygun şekilde, doğru yönde hareket ederek uluslararası raporlama standartları bağlamında menkul değerlerin önemli bir kısmını vadeye kadar elde tutulacak (itfa edilmiş maliyetiyle ölçülen) menkul değerlerde gruplayarak, bu menkul değerlerin piyasa fiyatları üzerinden değerlenmemesini, faiz artışı karşısında oluşacak değer kayıplarının finansal tablolara yansıtılmamasını, sadece faiz gelirinin kâr/zarar tablosuna aktarılmasını amaçlamıştır.
Bu şekilde menkul değerler portföyünün %76’sı vadeye kadar elde tutulacak menkul değer olarak gruplandırılmıştır. Diğer grupta (satışa hazır menkul kıymetler) yer alan menkul değerler ise piyasa fiyatlarına göre güncellenen ve değer farkları özkaynaklar altında değer farkı kalemine yansıtılan ve dolayısıyla özkaynakları artıran/azaltan nitelikte sınıflandırılmıştır. Bu tür menkul kıymetlerden oluşan değer kaybı ise, bilançodan izlendiği üzere, 2022 sonu itibarıyla 2,5 milyar USD’dir.
SVB olayından hareketle ABD ve Avrupa bankacılık sektörlerinin sağlamlığı ve krizlere karşı direnç düzeyi tartışmaya açılmıştır. Türkiye özelinde ise seçim sonrasına dönük muhtemel gelişmelerden hareketle çeşitli senaryolar gündeme getirilmektedir.
Son 1 yıl içinde politika faizinin %5’lere doğru yükselmesi karşısında, SVB menkul değer sınıflandırması ile ‘mümkün olduğunca’ kendini korumaya almıştır. Ancak bu koruma söz konusu menkul kıymetlerin satılmak zorunda kalınması hâlinde oluşabilecek zararı ve farklı sınıflandırmalara tabi tutulan menkul değerlerin negatif değerleme farklarını kapsamamaktadır.
Ayrıca bu koruma diğer bir risk olan fonlama maliyetindeki artışı da engellememektedir. Düşük faiz oranıyla alınan menkul değerlerin yükselen faiz oranları üzerinden toplanan mevduatla finanse edilmesi net faiz marjı üzerinden bir kayıp yaratmaktadır. SVB’nin 2022 yılı faaliyet raporunda faiz gideri ve faiz marjındaki olumsuz trende yer verilmiştir.
Kârlılıktaki azalma kısa vadede bankaların faaliyetinde kesintiye neden olmamaktadır; bu nedenle SVB kârlılıkta azalma ya da zararla bu dönemi atlatmayı planlamış olabilecektir. Kısa sürede faaliyeti durdurabilecek tek risk ise, bu olayda da yaşandığı üzere, yönetilemeyen likidite ve fonlama riskidir.
2.) Likidite/Fonlama Riski: Faiz riskine yönelik kayıpların yönetilmeye çalışıldığı bir ortamda iş modeli kaynaklı ikinci büyük risk meydana gelmiştir. Menkul kıymetlerin fonlamasında kullanılan mevduatın önemli kısmının az sayıdaki teknoloji şirketine ait olması üzerinden mevduatta yoğunlaşma problemi ortaya çıkmıştır. Söz konusu mevduata sahip kurumlar banka hakkında ortaya atılan söylentilerden ve bankanın bilanço yapısından okunabilen risklerden hareketle mevduatlarını çekmeye başlamıştır.
Olağan şartlarda uygun fiyatın ortaya çıkması hâlinde satılabilecek ya da vadeye kadar elde tutulabilecek menkul kıymetler, birkaç gün içinde bankadan 40 milyar USD’yi aşkın mevduatın (toplam mevduatın %25’i) çıkışını karşılamak amacıyla ‘zararına’ satılmaya başlanmıştır.
Bu krizin isimlendirilmesinde, ‘faiz riski’, ‘mevduat çıkışı krizi’, ‘likidite riski’ gibi tanımlamalar kullanılmakla birlikte, ‘aktifte menkul kıymetlere yoğunlaşmanın tetiklediği, mevduatta belirli müşterilere yoğunlaşmanın büyüttüğü ve likidite riskinin sonuçlandırdığı’ bir krizden söz edilebilecektir. Sorunlu kredilerden veya faiz riskinden ya da sermaye yetersizliğinden kaynaklı her tür zayıflığa son noktayı koyan her zaman için likidite krizidir.
TÜRK BANKACILIK SEKTÖRÜ
SVB olayından hareketle ABD ve Avrupa bankacılık sektörlerinin sağlamlığı ve krizlere karşı direnç düzeyi tartışmaya açılmıştır. Türkiye özelinde ise seçim sonrasına dönük muhtemel gelişmelerden hareketle çeşitli senaryolar gündeme getirilmektedir.
Aşağıda Türk bankacılık sektörünün 31.01.2023 tarihli bilançosu temel kalemler bazında özetlenmiştir.
SVB olayından hareketle Türk bankacılık sektöründeki temel dinamiklere yönelik olarak aşağıdaki değerlendirmelerde bulunulabilir.
1.) Likidite Riski: SVB olayında öne çıkan faiz riski, son bir yıldır izlenen para politikası ve enflasyonun oldukça altındaki tahvil faizleri ve yüksek negatif reel faiz nedeniyle Türk bankacılık sektörü için de temel risklerden biridir. Türk bankacılığında menkul değerlerin bilanço payı %17 (SVB’de %57), piyasa fiyatları üzerinden oluşan değer farkı özkaynaklara yansıtılan ve dolayısıyla özkaynak ve sermaye yeterliliği üzerinde etki yaratan menkul değerlerin (satış amaçlı / alım-satım amaçlı menkul değerler) bilanço payı %9,4 (SVB’de %12,3), TL menkul değerlerin bilanço payı %9,3, yabancı para menkul değerlerin bilanço payı %7,6’dır.
Türkiye’de menkul kıymetlere konu faiz riskinin tespitinde, değişken faizli tahviller, dinamikleri farklı olan yabancı para menkul değerler ve muhtemel faiz hareketlerinin boyutunun dikkate alınması gerekmektedir. Mevcut bankacılık varlık ve yükümlülük yapısının taşıdığı faiz riskinin muhtemel senaryolar eşliğinde yaratabileceği kayıplara dönük güvenilir hesaplamalar kamuya açık kaynaklarda yer almamaktadır. Faiz riskinin bilanço üzerinden hesaplanması güç olmakla birlikte, kabaca işaret edilebilecek noktalara ilişkin ipuçları bulunmaktadır.
Bilançoda, özkaynaklar altında izlenen menkul değerlere ait değerleme farkından hareket edilmesi faiz riskine ilişkin önemli sonuçlar sunmaktadır. Ocak 2023 itibarıyla değerleme farkı pozitif 164 milyar TL’dir. Başka bir ifadeyle menkul değerlerin değerlemesi sonucu bu tutar kadar özkaynaklar artmıştır. Değerleme farkının kırılımına bakıldığında, TL menkul değerlerde 196,5 milyar TL’lik pozitif değer farkı, yabancı para menkul değerlerde 32,6 milyar TL’lik negatif değer farkı bulunmaktadır. TL tahvillerin faizi son yıllarda %20’leri aşmamış, 2022 yılında ise faizlerin %20’lerden %10’lara doğru gerilemesi ile TL menkul değerlerde değer artışı oluşmuştur.
Çok genel anlamda, faizlerin yeniden %20’lere ulaşması hâlinde söz konusu değer farkı sıfırlanacaktır. Ancak zamanla tahvil kompozisyonu değiştiği, yüksek faizli tahviller düşük faizlilerle değiştirildiği ve %10 faizli tahviller portföye dâhil edildiği için pozitif değer farkının %20’lerin altında bir faiz düzeyinde de sıfırlanması mümkündür.
Türkiye’de menkul kıymetlere konu faiz riskinin tespitinde, değişken faizli tahviller, dinamikleri farklı olan yabancı para menkul değerler ve muhtemel faiz hareketlerinin boyutunun dikkate alınması gerekmektedir.
TL menkul değerlere ait pozitif değerleme farkının sıfırlanması, özkaynakların 196,5 milyar TL azalması, sermaye yeterliliği rasyosunun %17’den %15’e düşmesi anlamına gelmektedir. Enflasyonun yılın ikinci yarısında belirgin olarak %50’nin üzerinde kalacağı, 2024 için tahmin yapmanın erken olduğu dikkate alındığında, faiz artışının daha yüksek, hesaplanan kayıp ve rasyo düşüşünün daha fazla olabileceği belirtilebilir.
Yabancı para menkul değerlere konu değerleme farkı ise; CDS’deki hareketlilik, USD ve EUR faizlerindeki artış, eurobondlara talebin seyri gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ekonominin normalleşmesi ve geleceğe dönük sağlam adımların atılması hâlinde, TL faizlerdeki değişimden bağımsız olarak, yabancı para menkul değerlerin faizinde düşüş ve değerleme farkında pozitif değişim oluşacağı beklenebilir.
2.) Sorunlu Krediler: SVB olayı ABD ve Avrupa’da henüz sorunlu kredileri gündeme getirmemiş olsa da Türkiye için bu nokta son derece önemlidir. Son 20 yılda, 2003’den itibaren, sorunlu (takipteki) kredi rasyosunun en düşük olduğu ay, en son verinin alındığı Ocak 2023 dönemidir. Mayıs 2022’den itibaren sorunlu kredi rasyosu tarihinin en düşük seviyelerine gerilemiş ve Ocak 2023’de %2,01’lik seviyede gerçekleşmiştir.(BDDK, Aylık Bülten) 2003-2023 döneminde, büyümenin ve makro göstergelerin en iyi olduğu yıllarda dahi mevcut sorunlu kredi rasyosuna ulaşılamamıştır.
Sorunlu kredi rasyosuna yönelik soru işaretleri bulunduğu gibi, önümüzdeki dönemde bu rasyonun evrileceği aşamalara ilişkin kaygılarda dile getirilmektedir. Yeniden yapılandırılan, ödemeleri ertelenen, kullandırılan yeni kredilerle kapatılan, belirli bir süre ödemesiz olarak kullandırılan, ancak sorunsuz olarak sınıflandırılan kredilerin hangi boyutta olduğu, kredi portföyünün içinden geçilmekte olan ‘gelir-sermaye-satın alma gücündeki kayıp’ döneminden nasıl etkilendiği ve geçilecek olan ‘millî gelir-üretim daralması’ döneminden nasıl etkileneceği sorgulanmaktadır.
Ekonominin içinde bulunduğu çıkmaz ile tezatlık oluşturacak şekilde tarihinin en düşük seviyesinde bulunan sorunlu kredi rasyosuna oldukça mesafeli yaklaşılmalı, yakın izlemedeki ve sorunsuz kredilerin yaratabileceği potansiyel zararın sermaye yeterliliğinde meydana getireceği aşınma tahminlere konu edilmelidir.
3.) Likidite Riski: SVB olayının belirgin şekilde gösterdiği gerçek; bankalara yönelik risk sinyallerinin alınması ve tasarruf sahiplerinde kaygıların oluşması hâlinde bankalardan mevduat çıkışının hızlanması, paranın sistem dışına çıkmasa dahi, zayıf olduğu düşünülen bankalardan güçlü olan bankalara, küçük bankalardan büyük bankalara yönelmesidir. SVB olayındaki gibi, mevduatın dörtte birinin bir günde çekilmesi hâlinde en güçlü bankanın dahi buna yanıt veremeyeceği açıktır. Olağan dönemlerdeki yüksek likidite rasyoları ve kamu otoritesinin her zaman son kredi merci işlevini yerine getirerek bankalara likidite sunacağı yönündeki beklenti dahi krizlerin çıkmasını engelleyememektedir.
SVB olayı ABD ve Avrupa’da henüz sorunlu kredileri gündeme getirmemiş olsa da Türkiye için bu nokta son derece önemlidir. Son 20 yılda, 2003’den itibaren, sorunlu (takipteki) kredi rasyosunun en düşük olduğu ay, en son verinin alındığı Ocak 2023 dönemidir.
Ayrıca Türkiye gibi çift paralı ülkelerde, döviz mevduatındaki çıkışlara cevap verebilme ve merkez bankasının destek sunabilme kabiliyeti sınırlı kalabilmektedir. Seçim sonrasında oluşacak ortamın iyi yönetilmesi özellikle döviz mevduatı konusunda önem taşımaktadır.
4.) Küçük Banka Riski: Bankacılık düzenlemeleri ulusal ve küresel bazda sistemik önemi bulunan büyük bankalara daha fazla odaklanmış ve bu bankalar için ilave sermaye tamponları getirmiştir. Ancak krizlerin gösterdiği diğer bir gerçek; makroekonomik ortama ve gelecek dönemlere ilişkin beklentilerin kırılgan olduğu dönemlerde, küçük bankaların bulaşıcılık etkisiyle sistemin tamamına zarar verme potansiyeli taşımasıdır.
Türkiye’de orta ve büyük bankalar için uluslararası ilave tampon kriterlerinin gerçek anlamıyla uygulanması önemlidir. Genelde otoriteler kredi hacmini desteklemek maksadıyla tamponların belirlenmesinde esnek hareket edebilmektedir. Diğer yandan, likidite ve sermaye rasyoları üzerinden yapılan sınırlamaların krizi önlemede bir noktaya kadar katkı sunabileceği hatırda tutulmalıdır. Küçük veya büyük banka bazında meydana gelebilecek ve sistemik hâle dönüşebilecek krizleri engellemenin en sağlam yolu makro istikrardır.
5.) Sermayedar Riski: Credit Suisse olayında görüldüğü üzere, öne çıkan sermayedarların ek kaynak sunmaması krizi büyütebilmektedir. Banka hissedarlarının ilave kaynak sunmadığı bir ortamda, kreditörlerin borç vermesi mümkün değildir. Bankaların acil eylem planlarında, likidite ya da özkaynak sorununun ortaya çıkması hâlinde kaynak alınacak kreditörler (limit tahsis edilmiş finansal kurumlar) ve sermayedarlar gösterilmektedir.
Ancak kâğıt üzerindeki planların pratikte hayata geçirilebilme kabiliyeti ve kapasitesi tamamen dönemin şartlarına bağlıdır. Türkiye’de banka sermayedarlarının bankacılık dışındaki faaliyet ve varlıklarına yönelik analizlere bağlı olarak yapılacak sermayedar riski analizi ile ölçülecek kaynak sunabilme kapasitesi kritik önemdedir.
6.) Sermaye İhtiyacı: Bankalara dönemlik olarak (2022) yüksek kârlar sunan, ancak geleceğe devasa riskler aktaran ve ekonominin normalleşmesi aşamasında ilk etapta büyük yükler ortaya çıkarması beklenen mevcut politikaların yakın dönemde yaratacağı kayıplar dikkate alınarak banka sermayelerinin ciddi oranda artırılması önemlidir.
Özellikle 1,4 trilyon TL özkaynak büyüklüğü altında izlenen TL menkul değerlere ait 196 milyar TL'lik pozitif değer farkının muhtemel faiz artışıyla eksiye döneceği; Eylül 2022 itibarıyla ikinci grupta (yakın izlemede) sınıflandırılan ve %25’ine karşılık ayrılan 624 milyar TL’lik kredi için ilave karşılık ayrılacağı; daha da önemlisi birinci grupta izlenen takriben 8 trilyon TL’lik sorunsuz krediden sorunlu kredilere ilave aktarımlar olacağı dikkate alındığında mevcut sermaye yeterliliğinin güçlendirilmesi gereği açıktır.
7.) Düzenleyici Otoriteler: SVB olayı, düzenleyici kurumların riskleri ele alma ve politika belirleme konusunda körlüğe sahip olabildiğini göstermektedir. Bu körlük ülkeye göre siyasetin ya da piyasanın etkisinde kalmaktan kaynaklanabilmektedir. Türkiye’de son dönemlerde siyasi baskı ve yönlendirmeler öne çıkmakla birlikte, zaman zaman kısa vadeli bakış açısından beslenen, sadece dönemlik kâr ve kâr payı odaklı düşünen piyasa/hissedar baskısı da düzenleyici otoriteleri etkileyebilmektedir.
Bankacılık sektörünün ileriye dönük taşıdığı risklerin belirgin bir şekilde artığı ve ekonomide herhangi bir düzeltmenin ilk aşamada ciddi kayıplar yaratacağının beklendiği bir ortamda bankaların 2022 kârları üzerinden kâr dağıtma taleplerinin, önceki yılların aksine, kabul edilmesi anlaşılamamıştır. Ayrıca siyasi otoritenin nihai olarak kredi hacminin büyütülmesini istediği bir ortamda BDDK’nın kâr dağıtımına izin vermesi de ilginçtir.
Kâr dağıtımı özkaynaklardan çıkış anlamına gelmekte ve 1 birimlik özkaynak çıkışı, kabaca kredi verme kapasitesinde 8 birimlik azalışa tekabül etmektedir. Mevcut konjonktür ve seçim sonrası beklenen düzeltme hareketi nedeniyle kâr dağıtılmasının aksine sermaye artırımının gerektiği belirtilebilir.
Türk bankacılık sektörü için kritik önemdeki gelişme; Mayıs seçimlerinin sonucu ve akabinde izlenecek ekonomi politikalarının finansal piyasaların işleyişinde, piyasa fiyatlarında (döviz kuru-faizler) ve beklentilerde yaratacağı etkidir. Seçim sonucundan bağımsız olarak finansal piyasalarda keskin bir düzeltmenin kaçınılmaz olduğunu düşünmekteyiz.
Finansal sistemi ve nedensellik ilişkisini tersten kurgulayan, bu nedenle toplumun her kesimine ödendikçe bakiyesi artan bir fatura çıkaran mevcut ekonomi politikalarının sürdürülemez olduğu, geniş kesimlerin yoksullaştığı, zaman ufkunu yitiren ve uzun vadeli fonlara ulaşamayan iş dünyasının sermaye kaybına uğradığı bir ortamda, içinden geçilen ‘gelir-bölüşüm-sermaye erimesi krizinin’ önümüzdeki dönemde iç ve dış talep koşullarında beklenen bozulma sonucu ‘millî gelir-üretim krizine’ evrileceği ağırlık kazanan bir görüştür.
Cumhur ittifakının seçimi kazanması hâlinde izlenecek politikalara yönelik farklı ve birbirinin zıddı seçenekler gündeme getirilmektedir. Söz konusu seçeneklerin nihai olarak, doğrudan veya en geç bir yıl içinde birbirinin zıddı iki güzergâhtan birine (serbest ekonomi ya da kontrollü ekonomi) ulaşılmasına yol açacağı belirtilebilir. Millet ittifakının ise, finansal sistemde geleneksel ve kurallı serbest piyasa koşullarına doğrudan (hızlıca) ya da kademeli (bir zaman diliminde) geçiş konusunda bir tercihte bulunacağı ifade edilmektedir.
Eğer serbest piyasa koşullarına geçileceği deklare ediliyorsa -ki edilmektedir- kademeli geçişin mümkün olmadığı, ekonominin gerçeklerine uygun olarak süratle olağan koşullara dönülmesinin tek seçenek olduğu, bunun siyasi menfaat açısından da en doğru tercih olduğu düşünülmektedir.
Kademeli geçişte ısrar ise, mevcut yönetime benzer şekilde piyasanın dinamiklerini anlamamak, doğrudan geçişe göre daha büyük bir siyasi ve ekonomik faturayı kabullenmek ve sürecin piyasa tarafından süratle sonuçlandırılmasına imkân vererek kontrolü elden kaçırmak anlamına gelmektedir. Bu durumun nedenlerine ve ittifakların izleyebileceği ya da izlemek zorunda kalacağı politikalara gelecek yazıda yer verilecektir.