Uluslararası toplumun sıcak bakmadığı bir ortamda Ankara’nın kapsamlı kara harekâtı düzenlemesi çok da mümkün görünmüyor. Ancak Batılılar, sınırlı bir operasyona toleransla yaklaşabilirler.
Loading...
TSK’nın Suriye’nin kuzeyine düzenlediği askeri operasyon, her ne kadar İstiklâl Caddesindeki bombalı saldırıya karşı bir misilleme niteliği taşıyorsa da Türkiye’nin Suriye’deki askeri ve siyasi hedeflerinden vareste değerlendirilemez. Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan 2020 Şubatından beri sürekli olarak “bir gece ansızın gelebiliriz” sözleriyle operasyon tehdidinde bulunmasına bulunmuştu da o tarihten bu yana kapsamlı bir harekât düzenleyememişti.
Bu durum, söz konusu ifadelerin daha çok nabız yoklama ve müsait zemin oluşturmaya dönük tehditler olduğunu bizlere gösterdi. Ankara’nın uzun süreden beri kapsamlı harekât düzenleme noktasında tereddütlü olması, harekâtı tercih etmediğinden değil, Suriye topraklarında kendi kontrolleri dışında sürpriz bir gelişmeye pek de sıcak bakmayan iki ülkenin, ABD ve Rusya’nın buna yeşil ışık yakmamasından kaynaklanıyor. Nitekim son açıklamalarında da her iki ülkenin dış işleri, Türkiye’ye aşırıya gitmemesi yönünde uyarılarını yaptılar.
Irak’a yönelik operasyon ise aylardır devam ediyor zaten. Adı önceleri Pençe olan operasyon daha sonra Pençe Kilit, son olarak da Pençe-Kılıç harekâtına dönüşen operasyonların amacı elbette öncelikli olarak yıllardır Türkiye’nin kendisiyle mücadele etmek için milyarlarca dolar harcadığı örgütü yok etmek, mümkün değilse zayıflatmak.
Ancak harekâtla hedeflenenler bununla sınırlı değil. Türkiye farklı oluşumlara açık ve merkezi hükümetin zayıflığı nedeniyle oluşan boşlukları başkalarının yerine kendisi doldurmak istiyor ve zaman zaman operasyonlar düzenleyerek varlığını hatırlatıyor. Bu şekilde Irak’ta kendi aleyhine oluşacak bir dengeye müdahale imkanını da elinde tutmak istiyor.
Nitekim Ankara’nın Irak’ta bulunma gerekçesi olarak ileri sürdüğü IŞİD’a ölümcül darbeler indirildiği halde Başika’da, hâlâ Türkiye’ye ait bir askeri üs var. Bu şekilde Ankara kim bilir, istikrar sorunu yaşayan Irak’ta bir gün söz sahibi olacağı ve siyasi aktörler nezdinde güçlü bir ülke imajını sürdürmek adına hesap kitap yapıyor da olabilir.
Suriye ise biraz farklı. Erdoğan’ın ortağı Devlet Bahçeli, bombalı eylemden hemen sonra yaptığı açıklamada Suriye’de 30 km. çapında güvenlik koridoru oluşturma amacıyla başlatılan operasyonun neden tamamlanmadığını sorguluyor ve hükümetin yarım bırakılan işi tamamlamasını istiyordu. Nitekim gelişmeler tam da Bahçelinin istediği yönde gerçekleşti ve bombalı eylemin hemen ardından hava harekâtı başlatıldı.
Ancak operasyonun devlet elitlerinin istediği şekle dönüşebilmesi yani yarım bırakılan işin tamamlanması için mevcut harekâtının kara operasyonuna dönüşmesi gerekiyor. Nitekim Erdoğan, “köklerini kazıyacağız” açıklamasıyla aslında bunun sinyalini vermiş oldu. Ancak ABD ve Rusya’nın yanı sıra Almanya gibi ülkelerin Türkiye’nın güç kullanımında aşırıya gitmemesi yönündeki resmi uyarılarına bakıldığında, bu ülkelerin süresi ve kapsamı sınırlı bir hava harekâtına yeşil ışık yakarken kapsamlı bir kara harekâtına pek de sıcak bakmadıkları görülüyor.
Bu koşullarda, yani uluslararası toplumun sıcak bakmadığı bir ortamda Ankara’nın kapsamlı kara harekâtı düzenlemesi çok da mümkün görünmüyor. Ancak Batılılar, sınırlı bir operasyona toleransla yaklaşabilirler. Böyle bir adım, Türkiye’nin Ukrayna ile Rusya arasında yaptığı arabuluculuk ve tahıl anlaşması başta olmak üzere son dönemlerde uluslararası alanda elde ettiği kazanımların berhava edebilir. Türkiye’nin uluslararası muhalefete rağmen böyle bir harekât düzenlemesi sadece ABD ile değil Rusya ile son dönemlerde giderek gelişen ilişkilerini riske etmesini beraberinde getirir ki, bu zaten ekonomik krizle boğuşmakta olan ve ekonomik olarak durumların giderek kötüleştiği bir ortamda AKP yönetiminin kendisini daha da zor durumda bırakması demek.
Bunu Erdoğan kolay kolay göze alamaz. Ancak başka bazı değerlendirme ve bakış açısından hareketle çok kıymetli devletlûlarımız bunu da yapabilirler, zira “yok artık bu da olmaz” dediğimiz birçok şey olunca insan ister istemez ihtiyatlı olmak zorunda kalıyor. Zira devlet aklı bazen çok farklı çalışabiliyor.
Öte yandan Suriye’nin kuzeyinde istikrarlı bir ortam olmaması da en çok orada operasyon düzenlenmeye müsait bir zeminin bulunmasından kazanımlar elde edecek Türkiye’deki hâkim devlet aklının önemsediği bir husus. Bu anlamda YPG ve onu destekleyen ABD’nin de zorlamasıyla Suriye’nin sadece kuzeyinde değil başka yerlerinde de Ankara’yı kışkırtacak adımlar atmaktan özenle kaçınması beklenir.
Türkiye’de terör örgütüyle mücadeleye ne kadar harcandığı kesin olarak bilinmese de Bahçelinin ifadesine göre harcanan rakam 1 trilyon 250 milyar dolar. Bu Türkiye için muazzam bir para.
Ancak son dönemlerde diplomaside ciddi bir tecrübe kazanan SDG ve YPG güçlerinin ABD ve Rusya ile karşı karşıya getirmek için Ankara’yı kışkırtarak onu askeri bir operasyona zorlama çabası da bütünüyle gör ardı edilebilir bir ihtimal değil. Şartlar uygun olduğunda YPG’nin böyle bir adım atması mümkün.
Gelelim güvenli koridor meselesine. Türkiye’nin güvenli koridor oluşturma çabası, ilk bakışta bir taraftan kendi güvenliğini açısından kaçınılmaz gibi görülse de son İstiklâl caddesi saldırısıyla ilgili Türkiye basınında yayınlanan sanık Ahlam El Beşir’in tutanağında yer alan ifadeler, saldırganın Afrin’den geldiği hesap edildiğinde güvenlik koridorunun o kadar da güvenli olmadığını ortaya koyuyor.
Hele hele orada HTŞ’ye bağlı paramiliter grupların Afrin’i terk etse de kamuflaj amaçlı sivil kıyafet giymiş unsurların polis gücü adı altında hâlâ orada bulunması yine bu tezi destekleyen bir husus. Sadece bu iki olay bile askerî harekâtın tek başına güvenliği ne Türkiye sınırlarında ne de Suriye içlerinde sağlanamayacağını göstermesi açısından oldukça çarpıcı.
Gerek Türkiye’de yaşanan son iki eylem gerekse Suriye sınırından atılan füzelerle sınırın bu tarafındaki Karkamış ilçesinde üç kişinin ölümü, Suriye’de barış ve istikrarı sağlayacak kapsamlı bir plan yürürlüğe konulmadan tek başına silahların güvenliği sağlayamayacağını gösteren önemli bir işaret. Bunun içinse Şam-Ankara hattında hareketlenmeye ihtiyaç olduğu gibi işin içine temsil gücü olan Suriyeli Kürt grupların katılması da kaçınılmaz.
Kürt sorunu bölgenin dört ülkesinde hâlâ çözülememiş ve kangren olma riski taşıyan önemli bir sorun ve bölge ülkeleri bu sorunun çözümüne ilişkin güvenlikçi yaklaşımlar ve askeri önlemler dışında kapsamlı bir yaklaşım sergileyemiyor ya da sergilemek istemiyor. Konuya ilişkin sivil örgütlerin ve entelektüel düzeyde bazı aydınların birtakım önerileri ise devlet düzeyinde pek karşılık bulmuyor.
Kürtlere verilecek en küçük bir tavizin bağımsızlık ve dolayısıyla da bölünmeye gidecek yolun önünü açacağı düşünülüyor. Hâlbuki Avrupa ve Latin Amerika’da ayrılıkçı örgütlerle yapılan anlaşmalar ve onlara verilen tavizler, aslında ortak akla dayalı zekice bir strateji geliştirildiğinde hiç de korkulan şeylerin başa gelmeyeceği anlaşılıyor.
Türkiye’de terör örgütüyle mücadeleye ne kadar harcandığı kesin olarak bilinmese de Bahçelinin ifadesine göre harcanan rakam 1 trilyon 250 milyar dolar. Bu Türkiye için muazzam bir para. Bu harcamanın önüne geçilmesi durumunda Türkiye’nin ekonomik alanda da büyük bir rahatlama yaşayacağı kesin. Bu yüzden gerek Türkiye gerekse Suriye’de Kürt sorununa ilişkin askeri seçeneğin dışındaki seçeneklerin üzerinde ciddi ciddi düşünülmesi gerekiyor.