Şu ötekileştir(me)me meselesi (II)
Ötekileştirme olağan bir dönemsel ve dönüşümsel süreç olduğu kadar, demokratik özneleşme açısından gerekli ve işlevseldir de. Sorunlu olan bunun aşılamaması ve takıntılı kalınması.
İktidarın son “finansal mühendislik” hamlesi ve ürünü ile ilgili paradoks dolu tartışmaları esefle izliyorum. Daha doğrusu yine “alacakaranlık kuşağına” fırlatılmış belirsizlik ve bilgisizlikle dolu siyasi-iktisadi-psikolojik bomba paketinin ne olduğu, nasıl açılacağı veya patlayacağı hakkındaki türlü ve çelişkili yorumları.
Bir yanda iktidar ülkeyi “faiz-enflasyon” sonrası akut “nas-döviz” ve kronik “yerli ve milli çıkarlar” gibi hamasi söylemleri ile yönetmeye çalışıyor. Belli ki içerde “dış düşmanlar” derken “dış dostlarının” postmodernist entelektüel, siyasi ve iktisadi teknolojilerinden yararlanıyor.
Diğer yanda muhalefet hem yurttaşları kuklalaştırıp iplerini, üstelik özetle “ahlaksız” dediği, tek bir kişinin eline veriyor. Hem de “ahlaklı” davranıp derhal görevi bırakmasını umuyor. “Dış düşman” filan yok ve “iç düşman” inancıyla “ittifak dostlarımız” var diyor. Belli ki erdemli, haklı, fakat dilsiz.
Çünkü modernist-hümanist paradigmada ve öncel entelektüel tartışmaların oldukça dışında. Dolayısıyla da hazırlıksız ve yavaş.
Türkiye’nin bu iktisadi güvensizlik, siyasi yarılma, hukuki adaletsizlik ve entelektüel vasatlık tablosu tipik bir ötekileştirme meselesi.
Elbette asırlık ulus-devletin modernleşme, sekülerleşme, demokratikleşme, toplumlaşma, yani özetle kolektif özneleşme tarihçesinden ayrı tutulamaz. Uzunca bir tarihsel zaman zarfında nesilden nesile aktarılmış, örtük ve gözden ırak üretilmiş kolektif duygularla ilgili.
Artık iktidar-muhalefet-muhalefete muhalefet tarafından kemikleşmiş bir takıntı durumunda. Dahası, artık “kendini ve ötekini” birlikte tahrip eder, yani patolojik boyutlarda.
O bakımdan bunun aşılması kadar ve herkesçe doğru kavranması da elzem. Bu artık tüm Türkiye’nin hayati bir, yani bireysel veya kolektif bir yaşamsal tercihi. Tarihsel maddi anlamda bir var kalım mücadelesi ve manevi anlamda bir onurlu varoluş sorunu.
ANLAŞILAMAYAN TOPLUMSAL BELİRTİLER
Bugünkü iktidar koltukta uzun kalma fantazilerini sürdürebilir. Bunu gerçekleştirmek için elinden ne gelirse, denize düşmüş yüzme bilmeyen biri gibi pet şişeye de, toplumun gayet iyi bildiği gibi “yılana” da, hatta köpek balıklarına da sarılabilir.
Küresel ve yerel (neo)kapitalist ticaret dünyasının gözüne girmeye çalışabilir. Ne bulursa yiyerek iktisaden ayakta durmaya çalışabilir. Halkı civcivler gibi tahayyül edip önüne YEM atarak siyaseten hayatta kalmaya çalışabilir.
İnsan haklarından ekonomiye kadar her müdahaleci hamlesi ile ulusal siyasetin ve uluslararası diplomasi camiasının gözünden düştüğünü de görmezden gelebilir.
Muhalefet edenler ve direniş çoğaldıkça, savaşın hattı ve sathı genişleyebilir. Kullanılan devlete ait veya öznel aygıtlar da çeşitlenebilir. Toplumsal şiddetin dozu artabilir, psikolojik yarılma daha da derinleştirebilir.
Böylece siyaset salt halkın demokratik katılımı ile arasını açmaz. Politik-ekonomik yani tarihsel-maddi gerçeklerden de kopabilir. Herkesin gördüğünü kendine inkar edebilir.
Sonuç olarak toplumda yıllardır bastırılmış ve birikmiş toplumsal öfke ve şiddet ham halde kendine dönüp ülkenin tarihi-coğrafi-kültürel-insani varlıkları tahrip edilebilir.
Türkiye’de değil sokakta isyan eden halkın, tüm saygın iktisatçılar ve siyaset bilimcilerin mevcut Batı’nın yerel bilimsel model ve kuramları ile akıl sır erdiremedikleri de budur. Yani tıpkı uygar Batı dünyasının 9/11’dan bu yana intihar bombacılarına, Türk dünyasının da terör şiddetine pek bir anlam verememesi gibi.
Oysa Türkiye’de bugün yaşananlar Cumhuriyet toplumunun kolektif olarak siyasi, iktisadi, hukuki, kültürel, psikolojik, vb. çok boyutlu modern özneleşme macerasının yıllardır “Beni görün, duyun, okuyun, anlayın ve yardım edin!” dediği gelişimsel belirtileri. Rasyonel bulunmayan ve anlam verilemeyenler, tıpkı modern tıbbın anlam veremeyip açıklayamadıklarına dediği gibi “tuhaf” anlamındaki “alerji” semptomları.
Türkiye, geçmişte de Kürt, Ermeni, Alevi ve türlü “azınlık” veya “marjinal” grup ve tarikatlar meseleleri olarak adlandırılan çeşitli sinyal belirtiler verdi. Son 20 yılda, postmodern küresel kimlik siyasetlerinin eseri ve esiri olarak AKP ve HDP vücut buldu.
Yani dini ve etnik milliyetçi siyasi kimlikli bu partiler mevcut ve farklı yoğun milliyetçilik duygularıyla ulusun varlığına ve devletin bekasına adanmış CHP ve MHP gibi köklü partilerle siyasi pazarlıklara katıldı. Hepsinin partizan ve popülist siyasetleri araçsal temsili demokratik ve neoliberal ekonomik krizlerle buluştukça, tablo iyice belirginlik kazandı.
Bugünkü çok yönlü, boyutlu ve katmanlı sorunlar yumağı çoklu belirtili ve geniş spektrumlu bir otoimmunite sendromu gibi: Bu toplumun kendini (maddi, toplumsal, kültürel, tinsel, vb varlığını) öteki (kendi hayali düşmanı) ilan edip, kendi kendine açtığı çok boyutlu bir iç savaşı!
Yani tıpkı iç ve dış bedensel (yani maddi-tarihsel) dünyalarını dengeli yönetemedikçe yeterince eşgüdümlü bütüncüllüğü sağlayamaması gibi. Dışardan içe sokulmuş huzur bozucu hatta bölücü “ajan”, “yabancı madde” saydıklarına sürekli direnmesi, bünyesinden atmaya çabalaması gibi.
Ötekileştirme; bağışıklık kazanarak güçlü özerkleşmeye, demokratikleşmeye ve özgür özneleşmeye gösterilen ısrarlı dirençten başka bir şey değildir. Nitekim Hannah Arendt’in de dediği gibi siyaset özgürleşmek için yapılır.
Fakat ne yazık ki bugün artık baştan yarık ve yaralı Türkiye’de iktidar, muhalefet ve de muhalefete muhalefetin siyasetinde, ötekileştirme kemikleşmiş bir saplantı. Dahası, bu geriye dönük ve kindar şiddetli takıntı, artık “kendini ve ötekini” simbiyotik tahripkar, yani patolojik boyutlara ulaştı.
O bakımdan da işte, herkesçe aşılması ve doğru anlaşılması elzem. Çünkü her bireyin farklı sebeplerle, açılardan, yönlerde ve derecelerde dönüşmesi gerekiyor. Ancak böylece başkalarını da dönüştürmesinin ve toplumsal onarımın olanaklı olabileceği anlaşılmalı ve kabul edilmeli.
Ne modern, ne geleneksel; hiç bir toplum veya kurum üyelerini bilfiil katmadan, salt tepeden tasarlanmış, önceden planlanmış programları uygulayarak ve inşaat mühendisliği zihniyetiyle inşa edilemez. Yıkılamaz da, onarılamaz da ve tabii düşlenen yönde dönüştürülemez de.
İÇ VE DIŞ, İYİ VE KÖTÜ, KENDİ VE ÖTEKİ AYRIŞMALARI
Bireysel veya kolektif, modern ve demokratik anlamda özneleşme demek; basitçe, çağdaş tarihsel koşulları ve toplumlaşma normlarıyla uyumlu, sorumlu ve vicdanlı davranan bütüncül bir öznellik idealine doğru gelişmek demek. Çok yönlü demokratikleşme süreci, elbette “öznenin” (subject) gelişmesiyle de (veya asla) “son” bulmaz!
Fakat bu çok boyutlu ve karmaşık konuya başka yazılarda dönmek üzere, biz şimdi önemli ve gerekli bir önkoşul olan özneleşmeye bakalım. Daha da doğrusu, bu sürecin kaçınılmaz bir fazı olan ötekileştirmenin üzerinde duralım.
Çünkü ötekileştirme olağan olduğu kadar, “özne-öncülünün” sağlıklı gelişmesi açısından gerekli ve işlevseldir de. Sorun olan bunun aşılamamasıdır. Çünkü salt kendi potansiyelinin ve sağlıklı zamanın gerisine düşmeye değil, onarımı veya telafisi çok daha zor başka çetrefilli sorunlara da yol açar.
Daha önce de yazmış olduğum gibi, bireysel ve kolektif siyasi-sosyo-kültürel dönüşümler arasındaki ilişkiler paralellik veya metaforik benzetmelerin ötesindedir: Birbirlerini karşılıklı olarak kurarlar. Farklı toplumsal katmanlarda farklılaşan, fakat sürekli olarak iç içe geçmiş ilişkiler halindedir. Birbirleriyle dikey, çapraz ve yatay dinamik diyalogları oldukça karmaşıktır. Yine de iş gören ana ilkeleri ve mekanizmaları aynıdır.
Her modern bireyin veya ulus-devletin toplumsal gelişiminde üç türlü ayrıştırma süreci söz konusudur: (1) İç-dış dünya, (2) kendi-öteki ve (3) iyi-kötü arasındaki sınırları kurmak ve yönetmek. Özneleşmeyi esasen belirleyen ve toplumsal statükoyu sürdüren ikinci süreçtir. Çünkü bir yandan iç ve dış tarihsel-maddi koşullara sosyal temsiller sağlar. Diğer yandan iyi ve kötü muhayyel-manevi iyi ve kötü değerlerini ve imgelemlerini siyasi ideolojik söylemleri ile eşleştirir.
Bu hem dar, hem en geniş anlamda “dilsel” aracılık sürecidir. Dolayısıyla tanımı gereği indirgemeci, kapatıcı ve paradoksaldır. Ancak bu şekilde öznel varlığın çok yönden düzenlenme, eşgüdüm, korunma, savunma, denetleme, savunma, vb. özetle yönetim işlevlerini görür. Böylece “özne-öncülü” kendinden önceki, öncül ve öncel özneler ile parçalı özdeşimleri ve içselleştirmeleri ile bütüncül bir özneye dönüşür.
Bu süreç “ya/ya da” bölmeleri ve onlarla yansıtımsal özdeşimleri ile dört parçalı olarak başlar: Yani “iç-kendi-iyi” olmayan her şey, “dış-öteki-kötü” olarak yaşanır. Tarihsel özne-öncülü yapısal ve sistemik olarak güçlenene kadar bölme ve ayıklama devam eder. Sonra da parçaları birleştirmeye ve yeterince ahenkli bütüncüllüğe doğru gelişmesini sürdürür.
Nitekim, demokratik özneleşme bir ayrışma-bütüncülleşme (separation-individuation) sürecidir. Öteki ile karşılaşma ve ötekileştir(me)me ayrışma ile bütüncülleşme arasında yaşanan bir dönemdir.
Kısacası, şimdilerde “güçlendirilmiş parlamenter demokrasiye geçiş döneminde” şeklinde betimlenen Türkiye çok uzun yıllardır “demokratikleşmeye geç(emey)iş” döneminde anti-demokrasi sancılı, özgürlük kaygılı, öteki takıntılı ve uluslararası diplomasi alanında da ham ve toy kaldı.
Günümüze kadar üç öznel dünyası arasındaki gel-git salınımları ve kronik krizli buhranları ile, yolunu geleneksel ve el yordamı yönetimlerle bularak geldi.
Bugün Türkiye’de gündemi belirleyen dört temel iktisadi ve aynı zamanda toplumsal ve siyasal imgelem ve söylem var. Hala da bölünmelerini sürdürüyor ve bir türlü eşgüdümlü bütüncülleşemeye olanak vermiyorlar. Bunların tarihsel ötekileştirme sarmalından ne şekilde çıkabileceği konusuna üçüncü ve son bölümde bakalım.