Şu “ötekileştir(me)me meselesi (I)
İktidar duygusal yarılmayı araçsallaştırıyor. Devlet eliyle şiddeti, öngörülemezliği, endişeyi ve kuşkuyu siyaset aracı olarak kullanarak politik ekonomiyi yönetmiyor; toplumun psişik ekonomisini dürtüyor.
Güncel siyasi entelektüel ortamımızda iktisat, demokratik rejim ve seçim konuları “sıcak” ilgi görüyor. Epeydir bunlarla doğrudan ilintili olan bazı “soğuk” meta-kuramsal, kuramsal ve toplumsal praksis konularında yazmayı sürdürüyorum. Bu 3 bölümlü yazıda ise bir kilit mesele olan ötekileştir(me)me konusu üzerinde biraz durmak istiyorum.
İKİZ SORUNSALLAR
Türkiye’de siyaset, tüm dünyanın son yıllarda çok çarpıcı biçimde yüz yüze geldiği ortak krizlerden kendini muaf tutamayacağını pek kavramış görünmüyor. Bunların başında da elbette iklim, yoksulluk, eşitsizlik, adaletsizlik, işsizlik, dijitalleşme, sağlık, ırkçılık, yabancılaşma, suç ve şiddet gibi giderek de katlanarak artacağı belli olan ciddi sorunlar geliyor.
Oysa Türkiye’de tüm dikkatler ekonomi, yüksek enflasyon, fakirleşme, ucuz emek ve ihracat fantezili “kurtuluş” senaryoları etrafında dolanan çeşitli sürtüşmeler ile havanda aynı - üstelik artık adamakıllı “kirlenmiş”- suyun dövülmesine kilitlenmiş durumda.
Muhalefet partilerinden altısı, “ortak düşman iktidarı devirmek” amacıyla nihayet bir araya gelerek oluşturdukları komisyonda “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ve “sembolik Cumhurbaşkanlığı tanımı” üzerinde harıl harıl çalışıyor.
Muhalefet ve iktidar partileri meydan mitingleri, TBMM veya TV konuşmaları, sosyal medya çekişmeleri, sloganlaşmış retorikler ve sürekli “ötekinin” yanlışlarını sergileyen kavgalar ile seçmenleri kendi taraflarına çekmeye çalışıyor.
Hala muhtelif araştırma şirketleri anketlerinin “Bu pazar günü seçim olsa…” sorularına verilmiş yanıtların renkli grafikleri başında saatlerce çene yarıştırmalar sürüyor. Fakat ne yazık ki tüm bunların ne kolektif siyasi bilinçlenmeye, ne de demokratik olgunlaşmaya zerre kadar katkısı var.
Topluma umut ve güven vermeye de yaramıyorlar. Siyasetçiler için yeterince güçlü yol gösterici olmadıkları ise zaten ortada. Zira, ne yöneten siyasetçiler, ne de yönetilen toplum olarak, yapılması gerekenler bunlara göre değişecek şeyler değil.
Kısacası, sadece muhtelif mantıklardaki ve bazıları da hayal gücünü hayli zorlamalı argümanların içeriği gündeme göre ha bire yenileniyor. Fakat, uluslarası akademide epeydir tartışılıyor olması da bir yana, artık pandemi ile birlikte son iki yıldır tüm insanlığın yüzleştiği ama bir türlü vazgeçilemeyen iki temel husus var.
Kaldı ki bu ikiz sorunsallar, gerek yukarıda sıraladığım küresel, gerekse Türkiye gündemini kaplayan tüm yerel çıkmazlarla doğrudan ilişkili:
(1) Miyadını çoktan doldurmuş olan “temsili demokrasi” yönetim ve popülist araçsal siyaset biçimi,
(2) Özellikle son 20 yıldır dillere pelesenk edilmiş öteki ve ötekileştirme meselesi.
Dolayısı ile, Türkiye’de siyaset ve toplum, güncel çabalarında mevcut iktidarın bozduklarına ve yetersizliklerine endeksli söylem ve tasarımlardan ivedilikle vaz geçmeli. Her zamanki gibi palyatif çarelerle eskisinden biraz hallice iyileştirmelere değil, gelecek için “olması gerekene” kafa yormalı.
Elbette onunla eşzamanlı, nitekim yakın ilişkili olarak, ötekileştirme söylem ve pratiklerini bir an evvel aşmalı. Zira, helalleşme, uzlaşma, yüzleşme, empati veya ötekileştirmeme çağrılarının “Sessüzlük, sessüzlük!” diye çığırmalardan ve çığlıklardan hiç farkı yok.
Bunlar aşılmadan da bu toplum bir arpa boyu yol gidemez. “Yerli ve milli” zavallılığı içinde boğulur, yok olur gider.
BİLİŞSEL ÇELİŞKİ VE PSİKOLOJİK HAMLIK
Nitekim, son 20 yıldaki siyasi söylemler ve toplumsal pratiklerle zaten baştan melez olan Türkiye toplumu adamakıllı yarıldı. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana geliştirdiği sınır (borderline) karakteri ile demokrasisi emekleme döneminde takılı kaldı.
Dahası, artık (zaten sınırda seyreden) toplumun “iyi ve kötü”, “iç ve dış”, “doğru ve yanlış”, ”gerçek ve gerçek-dışı” arasındaki dramatik salınımları şizoid uca dayandı.
Bu çok ciddi sorun, salt siyasetçiler veya devlet yönetiminin iktisat, adalet veya ahlak siyasaları ile çözülebilecek bir mesele değil. Hele didaktik “makbul vatandaş” pedagojileri, müminlere vaazlar ile veya alternatif grup kimlikleri ve sınıf bilinci üzerinden siyasetle hiç olmaz.
Muhalefet partileri hala mitinglerine katılanların sayılarına, anketlerde artan oy yüzdelerine vb. bakarak “psikolojik üstünlük” kazandıklarını düşünedursun.
Ülkedeki tüm iktisatçılar da alınan politik ekonomik kararlardaki bilişsel çelişkileri ayıklamayı ve anlam veremedikleri mantıksızlıkları sergilemeyi sürdüredursun.
İktidar epeydir son (ve üstelik “açık”) kart olarak duygusal yarılmayı araçsallaştırıyor. Devlet eliyle şiddeti, öngörülemezliği, endişeyi, korkuyu ve kuşkuyu siyaset aracı olarak kullanarak “sözde” (pseudo) “güç” tazeliyor. Yani kendi var kalım mücadelesini ve kendince çıkarları için, toplumun psişik ekonomisini dürterek yapıyor.
Başta muhalefet partileri ve taraftarlarınca, öncelikle bunun “politik ekonomik yönetim” olmadığı görülmeli. Muhalefet-iktidar-tüm yurttaşlar “psişik ekonominin yönetişimine” bilfiil dahil olduklarını ve katkı verdiklerini idrak etmeli. Böylece de “katılımcı, kapsayıcı ve özgürleştirici demokrasiye” sorumlu ilk adımlarını atmalı.
Oysa, toplum "helalleşme" meselesinden bile ancak veya öncelikli olarak, ölüm döşeğinde veya tabut başında "Hakkımız helal olsun!" demeyi anlıyor. O da inanarak veya adet yerini bulsun diye, fakat koro halinde.
Türkiye’de her bir yurttaş neleri gömüp, onurlu yaşamını nelerle sürdüreceğine ivedilikle kendi vicdani muhasebesini yaparak karar vermeli!
Zira batıyor, batmakta olan!
Bu felaket tellallığı yapmak değil. Bir karamsarlık, kötümserlik örneği hiç değil. Gündemi işgal eden başka konulardan önce ötekileştirme(me) ve kendisiyle yüzleşme meselesinin hayati önceliği konusunda bir uyarı sadece.
O halde, özneleşmek için ötekileştirmeyi ve yarılmayı aşmak meselesi de entelektüel bir lüks değil. Daha fazla geciktirmeden mutlaka çözümlenmesi gereken bir ortak bilinç ve duygu sorunu. Üstelik ülkenin bekası ve insanların var kalımı için elzem.
Zaten ülkede ekonominin de seçim veya rejim hayalli siyasetin de olmazsa olmaz koşulu temel güven duygusunun tesisi.
Oysa, yine tipik bir kolektif gösterge olarak, nabız yoklayıcı veya yükseltici türlü senaryolar tedavüle sokuluyor. Ne içeriklerinden bağımsız olarak bu şekilde, ne de örneğin bazılarının komplocu imgelemlerini ve fantezilerini süsleyen OHAL koşullarında seçime giderek güven oluşturulabilir. Hatta tam tersi.
Zaten otokratikleşmede bir tık daha artış veya sertleşme artık ulusal ve uluslararası “itibardan tasarruf” demek olmaz. Tam anlamda “Made in Türkiye” iflas olur.
Zira 21. yüzyılın küresel iletişim, bireysel haklar ve uluslararası siyaset ortamında gelinen bu noktada, daha fazla otokratik baskıya olanak sağlamak, toplumun kendini dinamitlemesi demektir. Başka bir deyişle kolektif intihar!
Kısacası, Türkiye’nin bir “kurtuluş savaşı” sürecine girdiği doğru. Yani yeni bakanın da söylediği gibi “dış güçler” filan da yok. Artık yansıtımsal özdeşimle içe alınmış “iç güçler” var.
Topluma pompalanan siyasi dövizlerle, güvencesizlik ve güvensizlik artık özel yaşam alanlarına gündüzleri açlık, yoksulluk, umutsuzluk ve endişe, geceleri de kabus olarak giriyor.
Ülke artık “kendi-öteki”, “biz-onlar” imgelemleri ve bunların siyasetteki temsili söylemleri arasındaki bir psişik iç-savaş alanı. Sokakta değil, öncelikle insanların iç dünyalarında seyreden ve ancak orada kazanılıp kaybedilebilecek bir “savaş”.
Bilişsel çelişki filan yok: Her an ve ortamda yapılan, bilinçli ve bilinçsiz mikro-mezo-makro tercihler var. Duygusal hamlık ve siyasi-psikolojik içgörüsüzlük var. Demokratik toplumsal yaşam estetiği, etiği ve pratiklerinin cehaleti var.
Kolektif özneyi, tanımı gereği, toplumun tüm yurttaşları mutlaka bilinçli veya cahil bireyler olarak oluştururlar. İster doğrudan, ister muhtelif toplumsal kurumlar aracılığı ile, onların imgelemleri, söylemsel kararları ve tercihleri, yani tüm davranışlarının dinamik ilişkiselliği önemlidir.
Nitekim Türkiye, geçen bir asır boyunca türlü geçmiş dönemlerinde bunları yap(a)mamış olmasının faturasını şimdi kat be kat ödemeye çalışıyor. Yani salt modern kurumlarını, onların yönetsel kurallarını ve hukukunu sağlam tesis edemeyişinin değil. Yeterince güçlü demokratik birey-insan-yurttaşlar yetiştiremeyişinin ve sağlıklı iletişim kanalları kuramayışının.
Çünkü zaten her türlü toplumsal yapıları oluşturacak, sistemleri işletecek ve sürdürecek olanlar gerçek insanlar. Devleti yönetenler onlara en sempatik yaklaştığında -yani “koyun sürüsü”, “tebaa”, “kul” gibi ifadeleri hiç anmasak- bile, “seçmen”, “istatistik” veya “faktör”, yani özetle “nesne” muamelesi yaparak nesneleştirmiş olmasının cezasını veya acısını çekiyor.
Peki nedir şu özneleşirken ötekileştir(me)me meselesi? Nasıl aşılır? 2. kısma bu sorularla başlayalım.