Spinoza’nın sistemi fatalist değil deterministtir. Ancak Spinoza’nın determinizmi bireyin ve varlıkların ahlaki bir görelilik içinde olmalarını öncül olarak ele alan amoral veya nihilist bir determinizm değildir. Geçen yazıda Spinoza’nın insan zihninin doğası üzerine tasavvurundan bahsetmiştim. Spinoza’nın  epistemolojisinin, onun kurduğu teolojiden ve bahsini ettiği üç bilginin iktisabıyla de aldığı destekle insan zihninin doğasının mükemmelliğe ulaşması üzerine kurulu olduğunu söylemiştik. Spinoza’nın insan zihninin doğası hakkındaki belirleniminin onun “determinizmi”ni öncelediğini ileri sürmüştüm. Bu yazıda Spinoza’nın determinizmini inceleyeceğim. Bu Spinoza’nın teolojik, metafiziksel ve ontolojik tasavvurlarının “özü” hakkındaki son yazım olacak. Umuyorum ki dokuzuncu yazıda onun hak teorisinden bahsedeceğim. Onuncu yazının konusu ise Spinoza’nın düşüncelerinin mirası üzerine olacaktır. PRE-DESTINATION Kimi yazarlar Spinoza’nın fatalist olduğunu söylemiştir. Fatalizm nedir? Stanford Felsefe Ansiklopedisi’ne göre fatalizm aşağıdaki gibi tanımlanmıştır: “Her ne kadar “fatalizm” kelimesi, gelecekteki kaçınılmaz olduğu düşünülen olay veya olayların karşısında bir tevekkül tutumu anlamına gelse de filozoflar genelde bu kelimeyi aktüel olarak yapabildiğimizin dışında gücümüzün olmadığı her şeye dair bir görüş için kullanırlar. Bu görüş farklı şekillerde savunulabilir: Mantık yasalarına ve metafiziksel zorunluluklara başvurarak; Tanrı’nın varlığına ve doğasına başvurarak, nedensel determinizme başvurarak[1].” Eğer bu tanıma göre hareket edersek Spinoza fatalist değildir. Spinoza’nın neden fatalist olmadığını anlamak için de onun meşhur conatus (Türkçeye genelde “mücadele, çaba/striving” olarak çevrilen lat. Kelime) kavramını anlamak gerekir. Conatus ne demektir? Spinoza’dan öğrenelim: “P6: Her şey, gücü yettiğince varlığını korumak için çaba gösterir. Gerekçe: Bunun sebebi şeylerin Tanrı’nın özellikleri olarak kesin ve belirli bir şekilde tanımlanması yani tanımlayan şeylerin Tanrı’nın gücüyle kesin ve belirli bir şekilde Tanrı’nın gücü ve Tanrı’nın varlığı ve eylemleri olmasıdır. Ve kendi içinde varlığı olan hiçbir varlık yok edilebileceği veya varlığının elinden alınabileceği şeyi taşımaz. Tam aksine, bu kendi varlığını elinden alabilen her şeye karşıdır. O halde mümkün olduğunca, kendi içinde bulunduğu sürece, varlığına korumak için mücadele edecektir. Q.E.D.[2] Buradan da görülebileceği gibi Spinoza’nın ajandasında fatalizm hem kelime anlamıyla hem de felsefi olarak yer almaz. Çünkü Spinoza’ya göre varlıklar sürekli “conatus” içerisinde varolmaya devam ederler. Varlıkları “yok oluşuna” götüren varlıkla çelişkili şey bu sistemin içinde yer almaz. Dolayısıyla, özgür iradenin en önemli paradokslarından birini -Newcomb paradoksunu- hatırlatacak şekilde ortadan kaldıran bir determinizmle varlıkların iradesinin neye bağlı olduğunu açıklamak mümkündür; Tanrı’nın iradesine bağlı olarak varlıklar bu çaba içinde olmakla kendi “kaderlerinin” de dokumacısıdırlar.
Spinoza’ya göre insanın doğa kanunlarının boyunduruğunda olması bilgisinin insanda yarattığı bilinçlenme onun erdemli davranmasını sağlayacaktır.
Dolayısıyla varlıklar, nedensel bir determinizme bağlıdırlar bağlı olmasına. Ancak bu, onların eylem ve çabalarının bu kaderi çizmelerini sağlamaktadır. Burada Spinoza muğlak bulunabilir. Yazının sonunda görüşümü açıklayacağım. Dolayısıyla Spinoza’nın sistemi fatalist değil deterministtir. Ancak Spinoza’nın determinizmi bireyin ve varlıkların ahlaki bir görelilik içinde olmalarını öncül olarak ele alan amoral veya nihilist bir determinizm değildir. Peki tüm bu suçlamalar nereden kaynaklanmaktadır? W.N.A. Klever’dan atıf yaparsak: “[Tsirchnau’ya atıf yaparak çev.] onun Spinoza’nın ve Descartes’ın metotlarını yani birincisinin felsefesini ruhtan yola çıkarak başlatırken, ikincisinin de Tanrı fikrinden yola çıkarak başlatması arasındaki farkı ne kadar keskin bir şekilde ayırt ettiğini görmek çarpıcıdır. Spinozist fiziğin çekirdeği onun “oriri unionem corporum a pressione quada” yani şeylerin çevreleyen parçacıkların baskısıyla bireyler olarak varolduğunu içeren determinizmidir. Descartes’ın düalizmi ve antropolojik etkileşimciliği, bireysel şeylerin modlar olduğu bir Tözün özelliklerine dair Spinoza’nın teorisiyle aşılmıştır.[3] Spinoza’nın bu teorisinin aslında onun panteizminin çekirdeğini oluşturduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Eğer Spinoza’nın felsefesini bir akış şeması içerisinde düşünürsek: Nedensel determinizm Spinoza’nın mantıksal öncüllerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Spinoza’ya göre: “Yukarıda söylediğim gerekçelerle Tanrı’nın doğasını ve özelliklerini açıkladım; onun zorunlu olarak var olduğunu; onun eşsiz olduğunu, onun sadece doğasından kaynaklanan zorunlulukla hareket ettiğini, onun tüm şeylerin kasti  faili olduğunu, tüm şeylerin Tanrı’da olduğunu ve o olmaksızın ne var olabileceklerini ne de idrak edilebilir olduklarını ve nihayet her şeyin ne irade özgürlüğünden ne de mutlak iyi hazlardan değil Tanrı tarafından, onun mutlak doğası veya onun sonsuz gücü tarafından belirlendiğini.[4] DEUS EX MACHINA O hâlde açıkça söyleyebiliriz ki Spinoza’nın sistemi Tanrı tarafından açıkça öngörülen tüm eylemlerin hiçbir irade özgürlüğüne bağlı olmadığını savunmaktadır. Şimdi, bu açıklama oldukça yoruma açıktır. Doğanın kötülüklerini bir kontenjan olarak alıp bir yana bırakırsak, insan kötülüklerini nasıl açıklayabilir bu? Spinoza’nın bilgi dolu bir filozof olmaktan öte ne kadar bilge bir filozof olduğunu buna vereceğini düşündüğüm aşağıdaki cevaptan öğrenebiliriz:
Spinoza’nın felsefesinde hiçbir şey karşılıksız değildir. Bu evrene dair genel tasavvurun da insan zihni ve özgürlüğü düşünüldüğünde nasıl anlaşılması gerektiğini gösterir.
“Tüm bu söylediklerime göre, insan özgürlüğünün ne olduğunu çok daha kolay anlaşılabilir. Onu aşağıdaki gibi tanımlıyorum: O, bizim entelektimizin Tanrı ile dolaysız bileşimimizle anladığı ve böylece kendi içerisinde fikirleri ürettiği salt varoluştur: ve kendi dışında o kendi doğasına uygun bir şekilde etkiye tabi olmaksızın ancak değişebileceği veya dönüşebileceği dış nedenlerle etkiye girer.[5] Buradan anlıyoruz ki Spinoza’nın Tanrı’nın tüm eylemlerin faili olarak gördüğü nedensel determinizmi, insan özgürlüğünü anlamsız hale getirecek bir fatalist veya nihilist alt yapıya sahip değildir. Tam tersine, Spinoza’ya göre insan bir nev’i Tanrı’da işler. Eylemleri ve işlerinin yapıldığı yer doğadır; bu ise doğanın kanunlarına bağlı olarak anlaşılabilecek bir nedenselliktir. Örneğin ne kadar nefret duysak da nefret ettiğimiz birini öldürmememiz bundandır. Çünkü Spinoza’nın sisteminde insan eylemlerinin salt nefreti içermesi durumunda, bu eylemlerle birlikte büyük bir hüzün de duyulmaktadır. Spinoza’nın şu sözlerine bakalım: “P47: Nefret ettiğimiz bir şeyin yok edilmesinden veya başka bir kötülük ile etkilenmesinden duyduğumuz zevke dair tasavvurumuz, zihnimizin hüznü olmaksızın meydana gelmez.[6] Gerçekten de etkileyicidir bu. Spinoza’nın felsefesinde hiçbir şey karşılıksız değildir. Bu evrene dair genel tasavvurun da insan zihni ve özgürlüğü düşünüldüğünde nasıl anlaşılması gerektiğini gösterir. Eğer nefret ve menfur duygularla hareket edilirse bunların da tıpkı sevgi ve benzeri duygularla olduğu gibi karşılığı muhakkak vardır. Bu karşılığın Spinoza gibi, ya da filozofça düşünmeyen insanlar tarafından anlaşılması zordur; bu karşılık pragmatik, günlük bir karşılık değildir. Ya da gerçekten kötü niyetli birine karşı, iyi bir davranış gösterdiğimizde onun bizi suiistimal etmesi ile sonuçlanacak sinik bir yaklaşımı da onaylamaz. Spinoza’nın pasifist olduğunu söylemek zordur. Spinoza’nın İsa karakterini sevdiği hep söylenir ancak etik felsefesinin özünü “öteki yanağını dönmek” ile açıklamak 10. Yazıda da göreceğimiz gibi oldukça basite indirgemek olacaktır. Neden? Her varlığın conatus’unu koruması ile ilgili önermeyi, Spinoza’nın Etik kitabının dördüncü bölümünün girişindeki açıklamayla birlikte okuyalım: “İnsanın duygulanımını yatıştırması ve hâkim olması için kullandığı gücün eksikliğine “bağlılık” diyorum. İnsanın duygulanımlarına tabi olması kendisinin değil, her ne kadar kendisi için daha iyi bir şekilde tayin etse de en kötüsünü takip ettiği ve gücünün sıklıkla daha iyi olduğu kaderin kontrolündedir.[7]”  Bu güç eksikliği (lack of power) insanın kendisiyle işinin bitmediği anlamına gelir. Pek çoğumuz bunu yaşamışızdır. Gerçekten çok kötü bir sınıf arkadaşı veya iş arkadaşımız hayatımızı karartabilir; ancak gerçek düşman Spinoza’ya göre bu kişiler değil, güç eksikliğidir. Spinoza ve elbette insanı anlayan ancak aynı görüşte olup olmadığı çok da önemli olmayan pek çok filozof bunu derinden fark etmişlerdir.
Gerçekten çok kötü bir sınıf arkadaşı veya iş arkadaşımız hayatımızı karartabilir; ancak gerçek düşman Spinoza’ya göre bu kişiler değil, güç eksikliğidir.
Dolayısıyla insanın irade özgürlüğünün nedensel determinizm içerisinde ve Tanrı tarafından belirlenen bir sistemde olması, bu güç eksikliğinin nedenlerinin de belirlenmesini gerektirir. Spinoza’nın sisteminde ise bu psikoloji çok önemlidir. Çünkü felsefenin temel amacı hatta yegâne amacı insanın -Spinoza’nın daha önce sözünü ettiği üç bilgi türünün ikinci ve üçüncü olanı yoluyla- bu bilgiye ulaşmasıdır. Çok açıktır ki nefret, yıkım, şiddet ve benzeri duygulara sebep olan bir duygulanıma esir düşmüş bir insan bu duygulanımın beslenmesi için çalışacaktır. Dolayısıyla bu duygulanıma esir olduğu için aslında o “güçlü” değildir. Gerçek güç bu sebeple duygulanıma dair insanın bağlı olduğu tüm kelepçelerden kurtulmasıdır. Das ist leichter gesagt als getan. Türkçesiyle söylemesi kolay. Bence insanın irade özgürlüğü tartışması gibi bir tartışma üzerinde bile sağlıklı kafayla “temaşa edebilmesi” için başta bu duyguların olduğu tüm etkilerden arınması gerekir. Ancak en iyi ihtimalle modern insanın en temel problemlerinden biri bu tür nefretle kolayca dolduruluyor olmasıdır. Ve üstelik bu nefretin haklı sebeplere dayandığı durumlarda daha da zordur. Kimse IŞİD’e, George Bush’a veya Hitler’e karşı nefret hisleri beslemeden duramaz. Esasında bu tür zorbalıklara ve zorbalık yapan insanlara karşı nefret hisleri beslemek de pek çok psikoloğa göre gayet normaldir. Ancak normal olmayan, sanırım Spinoza’nın da üstünde durduğu gibi bunun bir affectiones yani duygulanım olmasıdır. Ermenistan’daki bir Ermeni ile Ermeni soykırımı üzerine bir röportaj yapmışlardı. Bu Ermeni “biz Ermenistanlılar Ermeni Soykırımı ile yatıp kalkmıyoruz” demişti. Elbette böyledir. Kimse kendisine yapılan kötülük ne kadar büyük olursa olsun (bunun travmasını da atlattığını varsayarsak) o kötülük ile yatıp kalkamaz. Ve bu hiç de sağlıklı değildir. Ancak Spinoza’nın üzerinde durduğu detay, bunun sanırım bir tür affectiones yani süreklilik arz eden bir duygulanım haline gelmesi olabilir. Peki Spinoza’da muğlak olarak bulduğum “determinizme rağmen insan özgürlüğünün” olması kavramını nasıl açıklayabiliriz? Benim kanım şudur: Bence insanın doğa kanunlarının boyunduruğunda olması bilgisinin insanda yarattığı bilinçlenme onun erdemli davranmasını sağlayacaktır.
Hiçbir eylemi etkileyen fail, o eylemin kesinlikle gerçekleşmeyeceği ya da kesinlikle gerçekleşeceği sanısının aşırı derecede kuvvetli olmasına dayanmaz. Çünkü eylemin gerçekleşip gerçekleşmemesi ihtimali tamamen arızidir.
İkincil önemi olan da şudur; insanlar eylemlerinin beyhude değil ancak yine de çabalamaya dayalı olduğu fikrine sahiptirler. Hiçbir eylemi etkileyen fail, o eylemin kesinlikle gerçekleşmeyeceği ya da kesinlikle gerçekleşeceği sanısının aşırı derecede kuvvetli olmasına dayanmaz. Çünkü eylemin gerçekleşip gerçekleşmemesi ihtimali tamamen arızidir. Eğer öyle olmuş olsaydı, o eylemi yapmak için belirli bir “nedenimiz” olmazdı. Eğer kahve kupamı almak için masaya uzanıyorsam bunun kesinlikle olacağını varsayıp masaya uzanmadan alamam. O kupaya uzanmalıyım, yani eyleme geçmeliyim ki alabileyim. Kahve kupası kendiliğinden elime gelmez ya da tam tersine kahve kupasını şimdi almasam da “elbet bir gün elime alacağım” fikriyle hareket edemem; o gün kaçınılmaz bile olsa doğa yasaları gereği birkaç dakikayı geçemez. Kimse bulaşık suyu gibi bir kahveyi içmek istemeyeceği için. O halde bu determinizm, insanın yapıp ettiklerinin doğa kanunlarıyla belirlendiği bir nizama bağlı olmasını gerektirir. Dolayısıyla insanlar sonsuz gücün içerisindeki determinist bir iradede kendi yapıp ettiklerinin failidirler. Yapmak veya yapmamak, tüm mesele budur. Bu bile aslında insan duygulanımının bir tür “mekanik” (ama 18. yy. mekanik dünya görüşü anlamında ele alınmamalı) neden-sonuç ilişkisine bağlı olduğunu göstermeye yeter. İnsanın irade özgürlüğü bu anlamında onun elinde değildir. Ancak erdemli, huzurlu ve iyi bir hayat sürmek elindedir. Peki bu nasıl olacaktır? Bu da Spinoza’nın hak ve hukuk teorisini ele alacağım dokuzunca yazının konusu olsun. Esen kalın. --- [1] https://plato.stanford.edu/entries/fatalism/ (01.09.2022) [2] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.159. [3] W. N. A. Klever, “Spinoza’s Life and Works”, edt.Don  Garrett, The Cambridge Companion to Spinoza, Cambridge Online, s.47. [4] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.109. [5] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works/A Non-Geometric Draft, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.63. [6] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works/A Non-Geometric Draft, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.177. [7] Benedict de Spinoza, A Spinoza Reader: The Ethics and Other Works/A Non-Geometric Draft, çev. Edward Curley, Princeton University Press, New Jersey, s.197.