Spinoza’nın miras olarak aldığı ortaçağ filozofları olan İbn Meymun ve İbn Rüşt onun yeni teolojik görüşleri oluşturmasında oldukça etkili olmuşlardır.Örneğin İbn Meymun’un Tanrı görüşüne bakarsak, onda çoğunlukla apofatik teolojik bir yapının olduğunu görürüz. İbn Meymun’a göre Tanrı’nın ne olduğundan çok ne olmadığı daha önemlidir. Zira bizim nesneleri tanımlamak için kullandığımız özellikler (mesela İbn Meymun bir ülkenin kralının fiziksel özelliklerini verir; saçı sarı, gözleri mavi v.s.) arızidir ve Tanrı gibi sonsuz bir varlık için bu özelliklerin her birinin tek tek dökümü çok zordur[1]. Ancak Spinoza’ya baktığımızda, onun bu teolojiyi farklı bir şekilde değiştirdiği görülür. Alan Donagan’ın Spinoza incelemesinde işaret ettiği gibi: Spinoza’nın editörüne ggöre “Kısa İnceleme’den” hemen önce kaleme aldığı “Kısa Taslak”ta göre Spinoza’nın Tanrı fikri şu aşağıdaki gibidir: “O Tanrı’yı her bir özelliği kendince sonsuz özelliklerden oluşan bir varlık olarak tanımlar. O buradan, varoluşun Tanrı’nın özü olduğuna veya Tanrı’nın zorunlu olarak varolduğu fikrine ulaşır.” Bu çoğu ortaçağ teoloğunun -Müslüman, Hristiyan ve Yahudi- ilahi özellikleri türettiği düzenin tersidir. Örneğin hem Maimonides hem de Aquinas Tanrı’nın özünün özdeşliği ve onun varoluşu (esse) ile başlar ve ilk olarak Tanrı’nın kontenjan olarak değil zorunlu olarak var olduğunu ve daha sonra onun varoluşunun onun özüyle sınırlanamayacağını yani başka bir özle zıt olan verili herhangi bir şeyin gücüyle sınırlanamayacağını düşünürler. Daha sonra, Tanrı’nın sonsuz olduğunu bilsek de onun özüne nispeten Maimonides’in sözleriyle “tüm eksikliklerinin olumsuzlandığı” anlamda onun sonsuz olduğu sonucuna varırlar ve bu bilgi de sadece negatiftir: “Onun ne olduğunu ve özelliklerini bilemeyiz” ((Maimonides 1963: 132-137 [I.57-58]; Aquinas 1964-6: I.xii.n-12)[2]. Donagan’ın çok güzel bir isabetle dile getirdiği bu analizi Spinoza’nın iki büyük eserinden biri olan Ethics’te görmek mümkündür. Spinoza’nın kısaca Ethics olarak bildiğimiz bu kitabı Ethica Ordine Geometrico Demonstrata adıyla 1674’te bitirilmiş ancak Spinoza’nın ölümünden sonra 1677 yılında basılmıştır.
Spinoza’nın Tanrı tasavvurunun döneminin teolojisi açısından (ve belki de bugün geçerli olmak üzere) kesinlikle çok devrimci ve farklı olduğunu anlamak gerekir.Spinoza’nın Yahudi cemaatinden aforoz edilmesinde bu kitabın daha önce yazılmış bazı taslaklarının etkisi olduğu düşünülmektedir. Donagan’ın analizine devam ederek Ethics’te Spinoza’nın ne demek istediğini görelim:
- TANRI İLE, yani sonsuz özelliği taşıyan bir öz olarak her bir özelliğin sonsuz ve ebedi özü tanımladığı mutlak sonsuzluğu anlıyorum. Açıklama. Kendi cinsinden sonsuz değil, tanımlama olarak mutlak sonsuzluk: zira kendi cinsinden sonsuz bir şeyde sonsuz özellikler inkâr edilir fakat mutlak olarak sonsuzda hangi hakikati ifade ederse etsin kendi özünü taşır ve hiçbir olumsuzlama içermez[3].
“Doğal teoloji” ve teist dinler (özellikle Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam gibi monoteist dinlerin) arasındaki makas Spinoza ile daha da açılır; bu Spinoza’nın bıraktığı büyük mirasın sadece bir parçasıdır.Spinoza’nın doğal teolojisinin din konusunda açtığı makas bugün modern analitik felsefede ve bu analitik felsefenin de hakkıyla katkıda bulunduğu din felsefesinde aslında çok da hakkıyla ele alınmamıştır. Din felsefesi akımları İngiltere’de 17. yüzyıl gibi erken tarihlerden başlar ancak Spinoza gibi Kıta Avrupası felsefecilerinin din eleştirisi konusundaki katkılarının anlaşılması belki de 20. yüzyılı bulur. Bence modern din felsefesinde doğal teoloji tartışmalarında Spinoza’ya gerektiği kadar yer verilmemesi sadece bir eksiklik değil aynı zamanda büyük bir ihmâldir. Zira Spinoza’nın bu anlamda bıraktığı düşünsel mirası ölçmek çok zordur. Spinoza sayesinde ilk defa dünyanın pek çok yerinde filozoflar dinin şahsi Tanrı kavramının tartışılabilir olduğunu fark etmişlerdir. Bu esasında Yunanlılar tarafından da bilinen ancak sonra ortaçağ felsefesinde egemen olan İbrahimi dinlerin (özellikle Hristiyanlık ve İslam’ın) etkisiyle unutulmuş felsefe geleneğinin tekrar canlanmasını sağlamış ve bu sayede Aydınlanma düşüncesinin de önünü açmıştır. Ancak bu sadece Spinoza’nın doğal teolojisinin ortaya koyduğu farktan kaynaklanmaz. Spinoza’nın kartezyen ve rasyonalist felsefesinin dönüm noktası Tanrı’yı tek gerçek cevher olarak tanımlamasıdır. Ondan önce Descartes ve Leibniz gibi rasyonalist ve kartezyen geleneğin filozofların da düşündüklerinden farklı olarak Spinoza, geleneksel ruh-madde ayrımının tutunduğu çapayı yok eder. Bunun ne kadar büyük bir devrim olduğunu göreceğiz. Bu şekilde Spinoza düşünsel metafiziğin alanını oldukça genişletmekle kalmaz aynı zamanda çok dogmatik felsefenin (ya da daha açık ifadeyle dine hizmet eden felsefenin) zincirlerinden kurtulup kendi başına “iş görmesinin” önünü açmıştır.
Her felsefe, sağlıklı ya da sağlıksız görünen belirli bir kuşkuyla başlar. Çok belirgin ve açık-seçik bir felsefeye dönüşmesi ise filozofun ellerindedir. Spinoza, felsefe tarihinde bunu en iyi şekilde gösteren örneklerden birisidir.Şüphesiz ki bunlar o dönemin inançlı Yahudileri için kabul edilemez ve kafirce görülen düşünce manzumeleriydi. Örneğin Hollanda Yahudilerinden ve reform teologlarından Salomon Van Til, Spinoza hakkında şunları yazıyordu: Bundan yıllar önce Karanlığın Prensinin [şeytan/çev.] sahip olduğu kötülüğün yayılmasında büyük bir araç olan Amsterdamlı bir okul öğretmenin (Van den Enden), doğanın tek Tanrı olarak düşünülmesi gerektiği yönündeki yargısını ve çalkantılı bir şekilde bu fikirlerini yaydığı bu temeller üzerine kuran ve bu fikirlere parıltılı bir ışık veren, cemaatinden kovulmuş bir Yahudi ve başlangıçta Kartezyen felsefenin hayranı ve yorumcusu olan Benedictus de Spinoza, bu gösterişi altında etrafında bir tilmizler ordusu oluşturmuş ve fakat Descartes’ın temellerini attığı felsefeye göze görünmeden çelişmeye başlamıştır. Bu koşullar altında Spinoza’nın Yahudi cemaatinden kovulması kaçınılmazdı. Ne var ki tıpkı bugün de olduğu gibi o dönem de ifade özgürlüğü şampiyonu ülkelerinden biri olan Hollanda’da yaşamış olması sayesinde ağır kovuşturmalardan uzaklaşması mümkün oluyordu. Lâkin o dönemin dünyasında Hollanda gibi bir yer bile “aşırı derecede radikal” görünen kimi fikirlerin sahiplerini, otoritelerden korumakta zorlanıyordu. Spinoza’nın, Yahudi cemaatinden aforoz edildiği genç yaşlarda Collegiant ve Remonstrantlar olarak bilinen iki grupla temasta olduğu biliniyor. Bu iki grup da Hristiyan olmakla birlikte rasyonalist eğilimler taşıyorlardı. Her felsefe, sağlıklı ya da sağlıksız belirli bir kuşkuyla başlar. Çok belirgin ve açık-seçik bir felsefeye dönüşmesi ise filozofun ellerindedir. Spinoza’nın dine yönelik kuşkularının onun din eğitimini aldığı çok küçük yaşlara kadar dayandığını düşünmemek için bir neden yoktur. Ancak bu kuşkuyu metodik ve kategorik bir açıklığa kavuşturması bambaşka bir şeydir. Spinoza’nın felsefesinin büyüleyiciliği açıklığındadır. Yazımın girişinde Ulus Baker ve onun Spinoza yorumunu kısmen de olsa dayandırdığı post-yapısalcı felsefelerden bahsederken de bunu demek istiyordum. İronik bir şekilde bu gibi post-yapısalcı filozoflar Spinoza’nın açıkça ifade etmek için didinerek kurduğu bir felsefeyi daha da mistifiye ediyorlar gibi gelmektedir. Yine bunun en büyük istisnasının Deleuze’ün Spinoza Üzerine 11 Ders olduğunu söylemiştim. Bence Deleuze, Spinoza’nın teolojik pozisyonunu çok iyi anlamıştır. Şöyle demektedir: Sizlere Spinoza’nın ruh ile bedenden durmadan bahsettiği halde neden maddeci, hep Tanrıdan bahsettiği halde neden tanrıtanımaz diye çok sert tartışmalara konu olduğunu anlatabilmek isterdim. Çok ilginç bir hikâye. İnsanların buna saf maddecilik demelerinin nedeni iyi görülebiliyor: Şuradaki adam hoşuma gitmiyor dediğimde, bu kelimesi kelimesine bedeninin benim bedenim üzerinde bıraktığı etkinin, ruhunun benim ruhum üzerinde bıraktığı etkinin beni hoş olmayan bir tarzda duygulandırdığı anlamına gelmektedir; burada bedenlerin bir karışımıyla ruhların bir karışımı söz konusudur. Zararlı bir karışım vardır, ya da iyi gelen bir karışım; hem beden, hem de ruh düzeyinde...[8]
Spinoza, baştan itibaren fikri oluşturan duygu ve duygulanış ve fikrin kendisi arasında belirli bir çizgi çizer. Deleuze bu çizginin varlığının farkındadır.Deleuze, bunu okura ve (bu dersi verdiği dinleyicilerine) çok daha iyi aktarmak için Spinoza’nın iki Latince kavramı birbirinden ayrı tutarak kullandığını hatırlatır: Affectio (duygu) ve affection (duygulanış)[9]. Dolayısıyla Spinoza, baştan itibaren fikri oluşturan duygu ve duygulanış ve fikrin kendisi arasında belirli bir çizgi çizer. Deleuze bu çizginin varlığının farkındadır. Dolayısıyla Spinoza’nın teolojisinde onu kovuşturmaya uğrayan fikirlerinin temelini Deleuze şöyle ele alacaktır: Eğer bütün kâinatın ilişkilerinin hangi düzende birleştiklerini bilseydik, kâinatın bütününün etkilenebilme kudretini tanımlayabilirdik - bu kozmos olurdu, beden olarak ya da ruh olarak dünya olurdu. O andan itibaren dünyanın bütünü birleşen ilişkilerin düzeni boyunca tek bir bedenden başka bir şey olmazdı. O andan itibaren elinizde tam anlamıyla evrensel bir etkilenebilme gücü olurdu: Tanrı, bir neden olarak kâinatın tümü olan Tanrı doğası icabı evrenseldir, sonsuz bir etkilenebilme gücü vardır. Spinoza'nın Tanrı fikrini oldukça matrak bir şekilde kullandığını söylemeye gerek bile yok[10]. Deleuze’ün Spinoza’yı bu şekilde okuması anlaşılabilir ancak bu yine benim post-yapısalcı felsefeden rahatsız olduğum noktayı göstermek için iyi bir örnek; Deleuze, yine post-yapısalcı baştan çıkarma reflekslerine dayanarak Spinoza’nın felsefesinin içinde bir oyun, bu oyunun içerisinde başka bir oyun yorumluyor olabilir mi? Bu konuda kesin bir yargıya varmak istemiyorum. Hatta bu konudaki yargımı şimdilik askıya alayım; bu yazı dizisinin sonunda belki bir karara varabilirim. Şimdi tam da bu meselenin özüne tekabül eden başka bir önermeye atıf yapmak istiyorum. Deleuze’ün yorumu ne kadar “gerçekçidir?” Spinoza’nın dokuzuncu prop’una bakalım: Kanıt. Herhangi bir fikrin nesnesinde yer alan her ne ise, o fikir Tanrı’dadır (bu bölümün üçüncü propuna dayanarak), o sonsuz olduğu kadar değil ancak o bireysel bir şeyin fikri tarafından etkilendiği [Latince çeviride affectio çev.] düşünülerek; fakat (bu bölümün yedinci propuna dayanarak) fikirlerin düzen ve bağlantıları da şeylerin düzen ve bağlantılarıyal aynıdır. O hâlde, herhangi bir bireysel nesnede yer alan bilgi de Tanrı’dadır, bu nesnenin fikri onda olduğu sürece. Q.E.D[11]. Bence bu Spinoza’nın en çarpıcı analizlerinden birisidir. Eğer bilgi ve onun dayandığı fikir Tanrı’nın dışında ele alınamıyorsa onun etkilenimde olduğu (ya da Deleuze’ün anladığı gibi duygulanımda) olduğu varlıkla eş olarak vardır; bu durumda dinin vahye dayanan soyutlaması tehlikede olacaktır. Neden? Çünkü vahiy (revelation) kelimesinin etimolojik kökeninin de çok güzel anlattığı gibi vahiy İngilizce anlamıyla revelation yani gizli olanın ortaya çıkması, ifşa gibi anlamlara gelir ve bu da vahyin mahiyeti ve fonksiyonunu lağveder. Çünkü ortaya çıkması gereken şey bireysel nesnede ve bu bilginin etkilenimde olduğu Tanrı’dadır. Bence Spinoza Tanrı’yı matrak bir şekilde ele almamaktadır. Hatta bana sorulacak olursa en softa rahip, imam ve rabbiden bile daha ciddiye almaktadır. Neden daha fazla ciddiye almaktadır? Bunu da gelecek bölümde tartışalım. Esen kalın, görüşmek dileğiyle… --- [1] Moses bin Maimonides, The Guide for the Perplexed, Arapçasından çev: M. Friedländer, Varda Books, 2002, s.59. [2] Alan Donagan, Spinoza’s Theology, edt. Don Garrett, Cambridge Companion to Baruch Spinoza, s.346. [3] Spinoza, Ethics (Part1-Part5), çev. R.H.M. Elwes, Blackmask Online, s. 1. [4] Spinoza, a.g.e., s.4. [5] Spinoza, Ethics (Part1-Part5), çev. R.H.M. Elwes, Blackmask Online, s. 5. [6] Anthony Kenny, The God of the Philosophers, Clarendon Press, Oxford, 1979, s.3. [7] Spinoza, a.g.e., s. 4. [8] Gilles Deleuze, Spinoza Üzerine On Bir Ders, çev. Ulus Baker, Birinci Basım: İstanbul, Ocak 2000, s.21. [9] Gilles Deleuze, a.g.e., s.10. [10] Gilles Deleuze, a.g.e., s.38. [11] Spinoza, a.g.e., s. 5.
Editör: TE Bilisim