Son Kayzer ve Himmler karşılaşırsa…
Artık bütün kararları Naziler verecektir, bütün gelenekler onların istediği şekilde yeniden düzenlenecek, kimileri ortadan kaldırılırken yepyeni gelenekler icat edilecektir.
Naziler, Hollanda’ya girdiğinde Kayzer Wilhelm, Huis Doorn adlı malikanesinde ikamet ediyordu.
Artık kayzer değildi ve kayzer olamayacağına göre artık hiçbir şey değildi.
Wilhelm gibi otuz sene boyunca Almanya’yı yönetmiş ama 1918’de tahtı terk etmek zorunda kalmış biri için geri dönmek, yeniden Alman tahtına çıkmak bir hayaldi.
Ama onun bıraktığı boşluğu Avusturyalı bir onbaşı doldurmuştu.
Aristokrat kayzerin yerini sıradan bir asker almıştı.
Bu soruyu biraz daha genişleterek şöyle sorabiliriz.
Devletin başında herkesin kabul ettiği birinin olması iyi midir?
Şayet tahtın sahibi bir hanedan olmasaydı ve o hanedanın varlığı Britanyalılar tarafından içselleştirilmeseydi, İngiliz demokrasisi diye bir şeyden söz edebilir miydik?
Öyle bir doluluk hissi ki, ezkaza başa geçsen, o tahta otursan bile inmek zorunda hissediyorsun kendini, seni buna mecbur eden yazılı olmayan bir kural var çünkü.
Wilhelm, Berlin’de olsaydı Hitler belki gene olurdu, ama bu kadar radikal olabilir miydi?
İskandinav kralları ve İskandinav demokrasisi için ne diyeceğiz?
Osmanlı için de benzeri bir durum düşünelim.
Evet, burada padişahların kimi zaman hayli nahoş şekilde halledildiğini, alaşağı edildiğini, hatta öldürüldüğünü biliyoruz ama yerine gelen kimse, bizzat bu işi yapan bile, “padişah benim!” diye çıkamıyor.
Mutlaka yerine biri bulunuyor, hiçbir yetkisi olmasa bile…
Ne de olsa aristokratın nüfuzu, aşağıdan gelene göre çok daha kolay benimseniyor.
Birinde o an için iktidar gücü var, ötekinde ise geçmişten gelen nüfuz.
Ama ikisinin birlikte uyum içinde varolabildiği örnekler çok az.
KAYZER YERİNDE KALSAYDI…
Wilhelm’in Huis Doorn’daki günlerini anlatan İstisna’da bu karşıtlığı mükemmelen işleyen bir karşılaşma sahnesi var.
Hermine, Berlin’e geri dönmeye ve kocasının yeniden tahta geçmesini çok istemektedir.
Bunun için Führer’e dalkavukça mektuplar yazmakta, ricalarda bulunmakta, araya aracılar koymakta hiçbir beis görmez.
Kocasının eksiklerinin şimdilerde Hitler rejimi tarafından telafi edildiğini, bu ideallerin de büyük bir destekçisi ve takipçisi olduğunu söyler.
Heinrich Himmler’in Huis Doorn’a geleceğini öğrenen malikane sakinlerini büyük bir telaş alır.
Himmler’in ziyaretinin Berlin’e dönüş bileti anlamı taşıyabileceğini hepsi alından geçirse de dillendirmekten ürkerler.
SS’in başının korteji Huis Doorn’a geldiğinde hazırlıklar eksiksiz bir şekilde tammalanmıştır.
En son kapıya Wilhem’le Hermine çıkarlar ve geleneklere göre takdim seremonisi başlar.
Bu esnada, kudretinden kimsenin sual edemeyeceği Himmler, “bin yıllık Reich” geleneğini bir selamla ezer geçer.
“Heil Hitler!”
Kayzer çıtını çıkarmadan olan biteni seyreder.
Himmler küstahtır, küstahlığını göstermeye de can atar.
Ayağında çizmeleri, üstünde deri ceketi, kolunda pazubendi…
Münih’te birahaneye girermişçesine rahat ve kayıtsız geçer eşiği.
O adımı öyle attığında geleneği de kaldırıp atmış olursun.
Ama geleneksiz ve ritüelsiz olamayacağına göre, yeni bir düzen kurulması gerekmektedir ve Himmler’in yaptığı da tam olarak budur.
Artık bütün kararları Naziler verecektir, bütün gelenekler onların istediği şekilde yeniden düzenlenecek, kimileri ortadan kaldırılırken yepyeni gelenekler icat edilecektir.
Kayzer’in hiçbir hükmü, hiçbir ağırlığı kalmamıştır.
“Heil Hitler!” sözü, artık yeni dönemin “vizesi” gibidir.
Kayzer bile olsan, eğer bu söze karşı çıkarsan, yeni kurulan düzende hiçbir yerin olmayacaktır.
Wilhelm’in ne mavi kanlılığı umurundadır yeni gelenlerin ne de ailesinin soyağacı.
O da işte bunu bildiği için Himmler’e ses çıkarmaz ama “sükut ikrardan gelir” fehvasınca herkes onun içinden geçenleri hisseder.
Öyle ezilmiştir, öyle yoksayılmıştır ki artık Berlin’e dönüp tahta çıksa bile eski saygın kayzer olamayacaktır.
Bunun için iki kelime ve sallasırt atılan birkaç adım yetmiştir.
NEREYE GİDERSEN GİT ŞEHRİN ARKANDAN GELİR
Filmin başlarında, Huis Doorn’dan ve bölgeden sorumlu Gestapo şefinin evde arama yaptırırken, Berlin’den Kayzer’i koruması için gönderilmiş Yüzbşaı Brandt’a söylediği bir söz var.
“Münihli bir kasabın oğlu sarayı altüst ediyor, işte Nasyonal-Sosyalizm’in Almanya’ya getirdiği budur.”
Kuşkusuz Nasyonal-Sosyalizm’in Almanya’ya getirdiği şeyin bu olmadığı bugün biliyoruz ama 1940 Mayısında, ulaşılmaz saydığı her şeyi ulaşan, putlara dokunmanın keyfine varan bir “kasabın oğlu” için gerçek belki de görünüyordur.
Ama bu söz de sıradan insanların “hanedan” olgusunu nasıl içselleştirdiklerini gösteriyor.
O akşam, Huis Doorn sakinleri Himmler onuruna bir ziyafet düzenleşmişlerdi.
Orada, konuştukça Himmler’in ve tabii Nazilerin ne kadar gaddar insanlar olduğunu görürüz.
Wilhem’le Hermine’i geri dönmeye davet eder, Hitler, Avrupa’daki karışıklık yüzünden tahta yeniden çıkmasını istemektedir güya.
Buna önce inanırlar ama sonra bunun da bir yalan olduğu ortaya çıkar.
Himmler, eski düzenin yeniden tesis edilmesini isteyenlerin kimliğini saptamak ve hepsini öldürmek için böyle bir plan yapmıştır.
Brandt, bu gizli bilgiyi iletince, Wilhelm’le Hermine dönmekten vazgeçerler.
Monarşi yeniden kurulsaydı veya ortadan hiç kaldırılmasaydı, Hitler gene bildiğimiz cani olur muydu?
Halk, onu oraya bu kadar kolay ve çabuk çıkarır mıydı?
Wilhelm, 1941’de, akciğer embolisinden öldüğünde bir anlamda kendi topraklarındaydı.
Tesadüfe bak, geride bıraktığı devlet iyice radikalleşip her yere savaş açmış ve şimdi onun yaşadığı yeri işgal etmişti.
Dört bir yanda Alman bayrağı değilse de Nazi flamaları dalgalanıyordu.
Sürgündeydi ve kendi topraklarındaydı.
Belki biraz Kavafis’in şiirindeki gibi…
Belki de hiç öyle değil, sadece hayatın anlaşılmaz cilvelerinden biri.