Sol-içi tartışmaları seçim sonrasına bırakmak

Abone Ol
Erol Katırcıoğlu, yapılan kimi araştırmalar, muhalefetin seçimi kolayca alabileceğini göstermediğine dikkate çekerek; “Sömürülen işçiler de, kimliğinden dolayı dışlananların da bu seçimde bir arada durması tarihsel önemde olduğunu” yazıyor Murat Yetkin, geçenlerde Yetkin Report adlı sitesindeki yazısında muhalefete “Alarm zilleri çaldırması gereken” iki araştırmadan söz etti. Bunlardan biri KONDA, diğeri de Panora adlı iki şirketin kendi özel müşterileri için yaptırmış oldukları araştırmalardı. Araştırmaların birtakım sıkıntıları olsa da iki şirketin de verdiği rakamlar iki blok arasında seçimlerin çok çetin geçeceğini gösteriyor. Konda, Erdoğan’ın yüzde 40, Kılıçdaroğlu’nun yüzde 34; Panora ise Erdoğan’ın yüzde 41.2, Kılıçdaroğlu’nun yüzde 36.7 öngörmüş. Dediğim gibi bu sonuçların anketlerin ne zaman yapıldığına bağlı olarak sorunları var ama yine de Murat Yetkin’in de ifade ettiği gibi muhalefet için alarm zillerinin çalması gerektiği ortada. Bizim siyaset tarihimizde çok sayıda pişmanlık duyulması gereken tercihlerin olduğu biliniyor. O nedenle de “tarihi” nitelikteki bu seçimde herkesin kılı kırk yarıp kararını öyle vermesi gerekiyor. Son pişmanlığın fayda etmeyeceği de ortada. Tabii sözünü ettiğimiz Cumhurbaşkanlığı seçimi. Bu seçimin milletvekili seçimlerine yansıması ne olacak bilinmiyor. Ama her parti, milletvekili sayısının önemli olduğunu biliyor. Çünkü asıl mücadele bu kez belki de parlamentoda cereyan edecek. Çok çeşitli tahminler çok çeşitli sonuçlara işaret ediyor. Bir bloğun tümüyle parlamentoyu ele geçirmesinden, cumhurbaşkanı başka, parlamentodaki vekil sayısı başka biçiminde çeşitli olasılıklar tartışılıyor. Bunlar tartışılırken bir tartışma da ülkedeki sol parti ve kişiler arasında gösterdi. Özellikle TİP’in kendi amblemiyle girme kararı ile Sol Parti’nin tutumu Emek ve Özgürlük İttifakı ile ilgili soru işaretleri oluşturdu. Her ne kadar bu ittifak içinde “bileşen” olarak sol partiler ve kişiler olsa da acaba orada özellikle içinde Kürtlerin çoğunlukta olduğu HDP’nin baskın parti oluşundan kaynaklanan “sosyalistçe sorunlar” mı var gibisinden. Nitekim, sözünü ettiğim tartışmada da mesela Alper Taş, “HDP’nin gölgesi altındaki bir Türkiye sosyalist hareketin gelişemeyeceğine inanıyoruz” diyerek bu rahatsızlıklarını dile getirmişti. Bunun bir nedeni Türkiye sosyalist geleneğinde “Kürtler” meselesinin oldum olası sıkıntılı bir mesele olmuş olmasıyla ilgilidir. Sosyalistler bu meseleyi nereye koyacaklarını bilemediler. Çünkü öğrendikleri Marksizm’e göre kapitalist toplumu değiştirecek olan “işçi sınıfı” idi. Ama Kürtler evet ezilen bir halktı ama sonuçta onlar bir halktı. Onların mücadelesi “ulusal” bir mücadele ya da bir “kimlik” mücadelesiydi. Dolayısıyla, sosyalistlerin yaratmak istedikleri Türkiye ile Kürtlerin hayallerindeki Türkiye bağdaşmazlıklar taşıyan konulardı…
Bizim siyaset tarihimizde çok sayıda pişmanlık duyulması gereken tercihlerin olduğu biliniyor. O nedenle de tarihi” nitelikteki bu seçimde herkesin kılı kırk yarıp kararını öyle vermesi gerekiyor. Son pişmanlığın fayda etmeyeceği de ortada.
“İşçi sınıfı önderliğinde” lafı özellikle sosyalistlerin çok beğendiği bir laftır. Devrim ancak işçi sınıfının önderliğinde gelişebilir ve başarıya ulaşabilir. O nedenle asıl yürümemiz gereken yol böyle bir yoldur. Diğerleri ise sapmadır. Peki ama işçi sınıfının devrimci karakteri nereden geliyor dersiniz? İşçilerin zincirlerinden başka kaybedecekleri bir şeylerinin olmaması onları burjuvazinin sömürüsü karşısında devrimci bir mücadele oluşturmalarını teşvik ediyor. Kapitalizmde, üretimdeki yerleri ve konumları, altta ve sömürülen olduğu için, üretim araçlarının sahipleri olan işverenler ise üstte ve sömüren oldukları için aralarında uzlaşmaz bir çelişki oluşuyor ve bu çelişki kaçınılmaz olarak işçi sınıfını devrim yapmaya yöneltiyor vs. Doğrusu bu açıklamanın altında yatanın her “ücretli emek” haline dönüşen işçi devrimcidir şeklinde bir düşüncenin yattığını söylemek doğru olmaz. Çünkü böyle bir açıklama “özcü” bir açıklama olacağı için hem de Marx’ın kendisinin altını çizdiği işçi sınıfı içinde “lümpen”işçilerin olacağı saptaması doğru olduğu için açıklayıcı olmaz. Peki o zaman işçileri devrimci yapan nedir? Benim buna cevabım, işverenlerin-üretim araçlarına sahip bir kesim olarak- işçileri, yaşayabilmeleri için kendilerine bağımlı kılmaları, bu bağımlılık içinde onları “dışlayabilmeleri”, kısacası aralarındaki ilişkinin bir “mağduriyet” ilişkisi olması işçileri var olan düzeni değiştirmeye yöneltiyor. Dolayısıyla buradaki önemli kavramın “dışlayabilmek” kavramı olduğu ve bu kavramın işçilerin “sömürülüyor” oluşunu da kapsadığı gerçeğidir. Çünkü bir ilişkide birini “dışlayabilmek” “dışlanan”dan daha büyük bir güce sahip olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Yazımın sonuna yaklaştığım için çok kısa da olsa şunu belirteyim ki bir toplumda kimlik sorunları yaşayanlar da benzer bir “dışlama” ve “sömürülme” ilişkisi içindedirler. Bu nedenle de onlar da düzenin değişmesinden yana tam da işçilerin durumundadırlar. Çünkü bir ülkede “sömüren” sınıfla “dışlayan sınıf arasında aşılmaz duvarlar yok. O nedenle de işçi sınıfının derdi ile kimliklerin dertleri bir ve aynıdır. Bence bu tartışmaları bu kritik seçim sonrasına bırakıp bütün gücümüzü değişimden yana koymalıyız. Herkese kolay gelsin!