Sokrates neden gülmüş?

Abone Ol
İlk hamlesini İyi Parti’nin seçime katılmasına yönelik yapan Kılıçdaroğlu, ardından Ankara’da Yavaş’ı, İstanbul’da İmamoğlu’nu aday göstererek “kaybetseler dahi vermezler” algısını yerle yeksan etti. Şimdi sırada 2023 seçimleri var.

Loading...

Kurbağalar ile ilgili anlatılan pek çok mesel vardır; bunlardan biri de, düştükleri kuyudan çıkma çabasında olan iki kurbağaya dairdir. İki kurbağa, kuyudan çıkmak için çabalarken, dışarıda onların çıkmasının olanaksız olduğunu düşünenler pek çokmuş. Kurbağaların kuyudan çıkma mücadelesi, bir süre sonra “dışardakiler” açısından içten içe başarısız olmaları için temennilere dönüşmüş. Kimisi, “çıkmak imkânsız,” derken, kimileri de, içlerinden, “keşke çıkamasalar” diye dua eder olmuş. Bağırışlar, konuşmalar o kadar etkili olmuş ki kurbağanın teki çıkma çabasından vazgeçmiş. Yaydıkları olumsuz düşünceler etkili olduğunu görenler, çıkma çabası içinde olan kurbağanın da pes edeceğine o kadar eminlermiş ki daha yüksek sesle tempo tutmuşlar. Ama o vazgeçmemiş ve nihayetinde kurtuluşa ermiş. Rivayet o ki kurtulan kurbağanın kulağında kulaklık varmış. Siyaset ısınıyor. Yapılması halinde seçimlere hepi topu bir yıl kalan siyasetimiz ısınırken, kuyuya düşen iki kurbağanın hali pür melali geliyor gözümün önüne. Kasım 2022’ye alınma olasılığı güçlü görünüyor olmakla birlikte seçimin Kasım 2023’e öteleneceğine ilişkin iddialar da var. Biliyoruz ki seçimlerin geri bırakılması, savaş koşuluna bağlı. Geçtiğimiz 22 Haziran Amasya Genelgesinin 103. yıldönümü idi. 23 Haziran ise el konulmak istenen İstanbul seçimlerinin tekrarlanması sonucu İmamoğlu’nun ikinci kez, üstelik fark atarak, seçilmesinin 3. yıldönümü olarak tarihe geçti. Tarihçilerin, “Anadolu ihtilalinin bildirisi” olarak tanımladıkları Amasya Genelgesi’nin özü şudur: “Milletin bağımsızlığını gene milletin kesin kararı ve direnişi kurtaracaktır”. Ne demektir bu? “ANADOLU İHTİLALİNİN BİLDİRİSİ” Hiçbir güce, hiçbir şahsiyete, herhangi bir üstünlük vehmetmek, sürecin merkezine doğrudan halkı koymak demektir bu! Herhangi bir savaşa benzemeyen bir savaştı verilen… Elbette bu savaşın bir simgesi vardı; o simge, Mustafa Kemal’di. Batılı emperyalistler o simgeyi boğmak için nice planlar yapıp, nice entrikalar çevirmişlerdi. Hepsi de boşa çıkmıştı; çünkü Mustafa Kemal, attığı her adımı, halkla birlikte atmış, yaptığı her devrimi, bilimsel bilginin ışığında gerçekleştirmişti. Yaptıklarının hiç birisinde kişisellik kaygısı yoktu. Lenin’in, Mustafa Kemal için “… iyi bir teşkilatçı... Kabiliyetli bir lider, milli burjuva ihtilalini idare ediyor. İlerici, akıllı bir devlet adamı… O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Kapitalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikle silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor” sözleri, birebir gerçeği anlatıyor. “İyi bir teşkilatçı, kabiliyetli bir lider” olmak için güçlü bir halk desteğine ihtiyaç olduğu tartışmasızdır. Tarihe bakın; Mustafa Kemal’in bu gerçeğin farkında olduğuna; gittiği her yerde, halk ile birebir temas kurup, onları “milletin kurtuluşu ve ülkenin bağımsızlığı” için ikna ettiğine ilişkin çok sayıda anekdot bulabilirsiniz. Kurtuluş ve kuruluş süreci bize göstermiştir ki kazanmak istiyorsanız, bir öykünüz ve o öyküyü realize etmek için bir senaryonuz olmalıdır. Bir senaryonuz varsa o senaryoya uygun aktörler bulmakta zorlanmazsınız. İstanbul seçimleri için de aynı şey söylenebilir. 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece, İstanbul sokaklarını, “İstanbul kazandı” algısıyla donatan iktidarın karşısına dikilen güç, İmamoğlu’nun şahsında, kendi iradesine saygı gösterilmesini, İstanbul’da demokrasinin işlemesini isteyen halktı. İRADEMİZE SAHİP ÇIKARSAK… 31 Mart’ta İstanbul’un iradesi hiçe sayılmak istenmiş; İstanbul, İstanbul’un tercihine verilmek istenmemişti. Vermek istemeyenler kimler miydi? 7 Haziran 2015’de, kaybettiği çoğunluğu geri almak için ülkeyi 1 Kasım’da yeniden seçime zorlayan ve aradan geçen dört aylık süre boyunca Cumhuriyet tarihinin en kanlı ve en travmatik dönemine dönüşmesine göz yumanlardı. Hesapları bu kez tutmamıştı. İstanbul, kendi iradesine sahip çıktığını 800 bin fark atarak göstermişti.
Henüz har vurup harman savuranların elindeyken “İstanbul’u kazanan, Türkiye’yi kazanır” denilmişti. İstanbul’un kazanmasından sonradır ki mevcut iktidarın artık süreci yönetemediği gerçeği, toplumun geneline sirayet etmiş görünüyor.
İstanbul, henüz, har vurup harman savuranların elindeyken, denilmişti ki “İstanbul’u kazanan, Türkiye’yi kazanır”. İstanbul’un kazanmasından sonradır ki mevcut iktidarın artık süreci yönetemediği gerçeği, toplumun geneline sirayet etmiş görünüyor. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere 11 Büyükşehir Belediyesini CHP’li başkanların yönetiyor olması ve halkın bu yönetme sürecinden memnuniyet, önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçiminin doğal sonucuna dair ipuçları da veriyor. Doğal sonuç şudur ki iktidar, artık yönetemiyor ve gidicidir. Tam da bu noktada, “Amiral Gemi” görevini CHP’nin yaptığı Millet İttifakı devreye giriyor. İlk hamlesini, 2018’de, İyi Parti’nin seçime katılmasına yönelik olarak yapan Kılıçdaroğlu’nun, ikinci hamlesini de, Ankara’da Mansur Yavaş’ı, İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nu aday göstermekle yapmış ve en muhalif isimlerin bile “kaybetseler dahi vermezler” algısına olan kör inançlarını yerle yeksan etmişti. Şimdi sırada 2023 seçimleri var. Başta da söylediğimiz gibi halen “yapılır mı, yapılmaz mı?” tartışması yürütülüyor olmakla birlikte 19. yüzyılın başlarından itibaren içine girilen demokratikleşme süreci, ağır aksak da olsa sürüyor. Dolayısıyla Cumhuriyet’in 100. yılı, aynı zamanda, Türkiye’nin rotasını belirleyeceği bir seçime de zemin olacaktır. Başını “Amiral Gemisi” konumundaki CHP’nin çektiği Millet İttifakı, bütün müdahalelere rağmen, oldukça titiz ve kararlı bir süreci yönetiyor. Kamuoyu araştırmalarına göre adı adaylık için geçenlerin hemen tamamı, mevcut Cumhurbaşkanını geride bırakıyor; dolayısıyla kimin aday olacağına “Altılı Masa” karar verecek. Asıl mesele, Cumhuriyet’in yüzüncü yılında parlamenter demokrasiyi yeniden inşa etmektir. Çabalar bunun için… SOKRATESİN EVİ, MİLLETİN İTTİFAKI… İktidarın “yancıları” da bunun farkındalar ki “Altılı Masa”nın arasına fitne sokmak için uğraşıp duruyorlar. Üstelik bazıları, bu uğraşlarını, “dost ve kardeş” görünümü altında vermekten de geri kalmıyorlar. Derler ki Sokrates bir ev yaptırmış kendine. Haberi alanlar, evi görmeye gelmişler. Ev tam Sokrates’in istediği gibi olmuş; herkes de bunun farkındaymış ama kıskançlıklarını gizlemek için ağzını her açan “kırk dereden su getirmiş”. Kimi, “ev güzel ama konumu iyi değil” demiş; kimi de iç dizaynı beğenmemiş. Kimi, “keşke daha güzel görünebilse”, kimi de, “biraz dar mı ne?” diye dudak bükmüş. Anlatılan o ki Sokrates bütün bunlara gülüp, geçmiş. İster gülüp geçelim, isterse de yazının başındaki anekdotta anlatılan kurbağa gibi kulaklarımızı olumsuz düşüncelere kapatalım. Bu süreç, bilimsel bilginin rehberliğini göz ardı etmeden, biraz da, kendimizi dışsal etkilere kapatma sürecidir.