Diyelim âşıksınız ve o bir anda karşınıza çıkıp ilğ onay au, diyor. Ne diyeceksiniz? Ben size söyleyeyim. “İlğ bar onay au, diyeceksiniz. Diyelim âşıksınız ve o bir anda karşınıza çıkıp “ilğ onay au,” diyor. Ne diyeceksiniz? Ben size söyleyeyim. “İlğ bar onay au,” diyeceksiniz. Böylece, “ben seni seviyorum,” diyen sevdiğinize “ben de seni seviyorum,” demiş olacaksınız. Etrafınızdaki kimse anlamayacak ne konuştuğunuzu. Ve, bu gizli dilin varlığını size haber verdiğim için bana teşekkür edeceksiniz. Hiçbir sözlükte yazmıyor bu kelimeler, bizden başka kimse bu dili bilmiyor. Belçikalı Gilles, Fransa işgal edildikten bir süre sonra İsviçre’ye kaçmaya çalışanlardan biriydi. Şansını İtalya üstünden denese belki başarırdı, bilinemez, ama kendisini bir Nazi kamyonetinin arkasında buldu. Kaçmaya çalışanlar kurşuna dizildiler ama aralarından bir tek Gilles, büyük bir tesadüf eseri, İranlı olduğunu söyleyince muteber bir esir konumuna yükseldi. Kampın sorumlularından Yüzbaşı Koch’un kendisine Farsça öğretecek birine ihtiyacı vardı çünkü ve kendisine bir İranlı getirene on konserve et sözü vermişti. Umudun Dili, bir toplama kampında mahkum Gilles’le subay Koch arasında yaşananları anlatıyor. Filmin iddiası, bu hikâyenin gerçek olaylardan esinlendiği. Bu pek mümkün gözükmüyor ama filmin yapımcılarının da yalan söyleyeceğini varsayamayacağımıza göre… Koch, Farsça öğrenmek ve savaştan sonra Tahran’da bir Alman restoranı açmak istiyor. Bu dili ona öğretebilecek yegâne kişi de Gilles. Tek sorun, Gilles’in bir kelime olsun Farsça bilmemesi. Böylece, başlıyor sürekli kelime uydurmaya. Her gün beş, on, yirmi, elli kelime uyduruyor. Akşamları Koch’a öğretiyor, ama öğrettiklerini unutuyor, karıştırıyor, ama en ufak bir falso verirse toplama kampının en kötü şartlarının başına geleceğinin farkında, bu uydurukça dilin gramerini de oturtuyor. Kelime çekimleri, cümleler… Gilles, bir şekilde hepsini üretiyor. En büyük kaynak da el yazısı güzel olduğu için kampa yeni gelenlerin adını listelediği cetvel. Oradaki isimlerden kelimeler türetiyor sürekli, bazen, imkânı olduğunda o defteri eline alıp uydurduğu kelimeleri hatırlıyor. Müttefik kuvvetleri, kampı özgürleştirdiğinde iki binden fazla insanın ismini ezbere okuyor bu sayede. İyi de, bu hikâye eğer gerçekse kimmiş bu gizli dilin yaratıcısı? Hangi kampta kalmış senelerce? Filmin yönetmeni Vadim Perelman’a sormuşlar bu soruyu. Wolfgang Kohlhaase’in “Bir Dilin İcadı” adlı hikâyesinden uyarlamış, orada buna benzer birçok hikâye olduğu yazıyormuş. Bu hikâyelerin ortak özelliği şuymuş: “Alman faşistlerinin ve yandaşlarının zulmünden kaçabilmek için cesaret, şans, çabuk düşünme becerisi ve diğerlerinin yardımını gerektiren çılgın bir şey bu.” Kohlhaase’nin kitabını okumadım, neyi nasıl anlattığına dair hiçbir fikrim yok. Ama anladığım kadarıyla buna benzer hikâyeleri bir araya getirmiş, bunların bir bölümü yalan da olabilir. Kamptan kurtulan birinin esaret süresince aklından geçenleri gerçekmiş gibi anlatması da olabilir. Yani, bu senaryo hem gerçek hem de değil. Ama bence tamamen gerçek olduğu iddiasındaki birçok hikâyeden daha iyi açıklıyor bize faşizmin ne kadar gaddar bir şey olduğunu. İnsanları nasıl delirttiğini, başkalaştırdığını, partinin ülkenin, hatta dünyanın üstüne bir karabasan gibi nasıl çöktüğünü… Fransa’yla Almanya arasında, Fransa’nın kuzeydoğusunda, Natzweiler Struthof adındaki bir kamptan esinlenmişler. İnandırıcı olsun diye diğer kamplardan da bir şeyler almışlar, ana giriş kapıları Buchenwald’denmiş mesela. İşte gerçekliğin önemi de burada kayboluyor, gerçek dediğimiz hangisi, evet böyle bir olay hiç yaşanmadı ama bunun çok daha küçük ölçeğinde çok sayıda olay yaşandı, dahası, belki de en önemlisi, birçok insan bu hayali zihninde yaşadı. Zihinlerde yaşananları, yaşanmak istenen anları toptan gerçek dışı sayabilir miyiz? Yaşadığımız hayat bizi rol yapmak zorunda bırakır ama sanatın içinde en gerçekçi halimizle bulunabiliriz. Koch, baştan sona uyduruk bir dili öğrendiğini mutlaka bir yerde anlar, Gilles’i ölüme yollardı. Ama filmde birçok Nazi gibi firar edip, hemen hepsinin aksine İstanbul üstünden Tahran’a vardığında, o çok emin olduğu Farsçasının İranlılar tarafından anlaşılmadığında kandırıldığını fark ediyor. İşte bu yüzden, edebiyatın, genel anlamda sanatın, hayattan daha gerçek olduğunu bir kez daha söylemek gerektiğini düşünüyorum. Filmin sonunda Yüzbaşı’nın yeni bir hayat kurma umuduyla Tahran’a gidiyordu… Kimsenin anlamadığı bir dili kusursuza yakın bir aksanla konuşuyordu. Sınırda yakayı ele verdi, onun bir Nazi olduğunu fark edip tutukladılar. Ya fark etmeselerdi? Ya Gilles gerçekten İranlı olsaydı ve Koch’a Farsça öğretseydi, o da gidip bir Alman restoranı açsaydı Tahran’da… Hayatlar nasıl değişirdi? Milyonların ölümüne, et kokusuna duyarsız, acımasız Koch aynı insan olarak mı sürdürürdü hayatını yoksa tek farkı saçlarının sarısı olan herhangi bir İranlı gibi mi yaşayıp ölürdü? Müslümanlığa ihtida eder miydi? Bu soruların hiçbirinin cevabını bilemeyeceğiz. Ama sevdiğiniz biri elinde bir demet çiçekle karşınıza gelip “ilğ onay au,” derse ne cevap vereceğinizi biliyorsunuz.