Siyasiler ve dindarlar, neden sesiniz çıkmıyor?

Abone Ol
Türkiye’nin 3 gündür yaşadığı bu rezalet karşısında siyasi parti liderlerinin ve samimi dindarların sessizliği anlaşılabilir değildir. Sessizlik bu suça ortak olmaktan başka bir şey değildir.

Loading...

Birgün Gazetesi’nden arkadaşımız Timur Soykan önemli bir gazetecilik yapıyor. Bir tarikat liderinin 6 yaşındaki (evet sadece 6) kızını, 29 yaşındaki müridi ile imam nikahı ile evlendirdiğini ortaya çıkardı. Olay, kızın yıllar sonra yaptığı şikayet ile ortaya çıktı. Gazeteden olayın öznelerin, savunmalarını, iddianameye yansıyan gerçekleri hepimiz takip ediyoruz. Takip ediyoruz ama vermemiz gereken tepkiyi veriyor muyuz yoksa sessizlik sarmalı içinde kaybolup duruyor muyuz? Açıkçası burada ele alınması, üzerinde durulması gereken dört önemli konu/durum var. İlki cemaatlerin devlet/siyasetle kurduğu “anormal” ilişkinin deşifre edilmesi. İkincisi evrensel ölçülerde laikliğin önemi ve devletin laik olmasının olmazsa olmaz olduğunu kavranması. Üçüncüsü dindar ve muhafazakârların olay karşısında sessizliği. Dördüncüsü de siyasetin evet “siyasetin” bu olay karşısındaki korkutan sessizliği. DİNİ LİDER DEĞİL CEO Din sosyal/toplumsal bir olgu. Dini farklı yorumlarının sosyal örgütlenmeleri olan cemaat ve tarikatlar da öyle. Ama Türkiye’de sorun cemaat ve tarikatların devlet ve siyasetle kurduğu ilişkidedir. Bu ilişkinin sorunsallığı sadece AKP dönemiyle ilgili de değildir. Ama AKP dönemini farklı kılan, cemaat/tarikatların devlet/siyasetle ilişkinin daha da büyük sorun odağına dönüşmesidir. Siyasi iktidar uzunca bir süredir başlattığı toplumsal mühendislik projesine devleti de ideolojik ortak ederek yeni bir “makbul vatandaşlık” tanımı yaptı. Bu vatandaşlığın önemli bir nosyonu, karşımıza dini bir yorum olarak çıkıyor. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’da siyasi temsilini bulan, resmi olarak DİB, gayriresmi olarak bir ilahiyat hocasının yorumlarında vücut bulan bu “dini yorum” biricikleştirilerek tek yorum olarak kabul edilerek kamusal alanda, makbul vatandaşlığın nosyonuna dönüştürülüyor. Devlet/siyasetin tercih ettiği dini yorumun dışında kalan farklı dini grup, cemaat ve tarikatların varlığını sürdürebilmelerinin yolu -en azından kamusal alanda-, iktidarın yorumu kabullenmeleridir. Devlet/iktidarın beklentisine uymayan/lar ise kısa sürede kriminalize edilme, itibar suikastı ve etkisizleştirilme ile karşı karşıyalar. Bu açıdan cemaat/tarikatların siyasetle kurduğu ilişki esas olarak bir var olma ve bunun yolunun da siyasi korunma”dan geçtiğini düşünüyorlar. Devlet/siyasete biatin karşılığı ise cemaat/tarikatların sınırsız bir devlet imkanlarıyla ödüllendirilmesi oluyor. O yüzden bugün irili ufaklı tüm cemaat/tarikat bir biçimde ticaretle uğraşmakta ve bu ticaretin bir ucunda devlet bulunmaktadır. Bu tablonun sonucu olsa gerek dini grup, cemaat ve tarikatların kurumsal önceliğinin ilahi olan inanca değil dünyevi olan var olmaya, hatta iktidar ile ideolojik ortak olmaya vermesi oluyor. Ve bu dini grup, cemaat liderlerinin her birinin bir dini lider, kanaat önderi olması kadar bir şirket CEO’su olduğu da açıktır.
3 gündür yaşanan ve her gün yüzümüze tutulan bu karanlık, hiçbirimizi uyandırmıyorsa, vicdanımızı rahatsız etmiyorsa siyaseten söylemek hiçbir sözün artık bir anlamı olmayacaktır.
Eğer bugün iktidar, ülkede var olan cemaat ve tarikatlarla güç paylaşımı konusunda bir ayrışma yaşanmıyorsa bunun nedeni hepsinin iktidara, iktidarın sağladığı kamusal ranta biat etmelerinden kaynaklanmaktadır. Eğer bugün kamunun farklı birimleri, bakanlıkları, adliyeleri çeşitli cemaat ve tarikatlar tarafından paylaşıldığı açık açık ifade ediliyor ve bunun karşında hiçbir savcı ya da bakanlık re’sen soruşturma başlatmıyorsa bunun nedeni bu ideolojik birlikteliktir. İşte bu verili durumu aşmanın yolu ancak gerçekle yüzleşmeyle mümkün. Yani ideolojik bir laikliğin değil evrensel ölçülere uyumlu bir laikliğin hayata geçirilmesiyle. LAİKLİĞİN ÖNEMİ Türkiye’de laiklik dendiğinde, en genel geçer tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanım yapılıp işin içinden çıkılıyor. Oysa laiklik aynı zamanda devletin, toplumda var olan tüm dini ve ladini kurum ve gruplara eşit mesafede durmasını da zorunlu kılar. Bu yüzden önceliğimiz devletin evrensel ölçülerde laik olmasını sağlamak olmalı. Evrensel ölçülerde laiklik, toplumdaki farklı inançların hak ve özgürlüklerini koruma hakkı ve bunları sağlayabilmek için tarafsız bir devlete ihtiyaç duyar. Böyle bir ortam, farklı inançları ortak kamu sahasından soyutlamak yerine farklı inançların bir arada yaşamasına imkân yaratır. NDARLAR, MUHAFAZAKÂRLAR NEREDESİNİZ? Üçüncü konu şüphesiz bizatihi dindarların, muhafazakârların bu korkunç olay karşısında neredeyse sessizliğe bürünmeleridir. Bu kabul edilebilir değildir. Geçmişten bu yana kadın konusu muhafazakârların en zayıf noktalarından birisi. En basit başörtüsü konusunda bile erkekler, bunun tartışmanın siyasi rantını elde ederken başörtülü kadınlar kendi mahallerinde ikincilleştirilmiş ve tartışma nesnesi olarak görülmeye devam edilmişlerdir. Şimdi de tarikat liderinin 6 yaşında bir kız çocuğunun 29 yaşında müridiyle imam nikahı ile evlendirilmesi ve bunun yıllar sonra ortaya çıkması karşısında dindarların, muhafazakârların sessizliğe gömülmesi gerçekten anlaşılabilir değildir. Bu sessizlik din adına da insanlık adına gerçekten acıdır. Bu sessizlik bu suça ortak olmaktan başka bir şey değildir. SİYASİ SESSİZLİK MUHAFAZAKÂRLARA KÖTÜLÜKTÜR Son olarak daha önemli bir noktaya değinelim. Siyasi partilerin, siyasi parti liderlerinin yaşanan bu korkunç olay karşısındaki sessizliği kabul edilebilir değildir. Siyasi partiler açısından kabul edelim ki bu durum bizatihi siyasetsizliktir. Evet siyasi iktidar blokundan, ilgili bakanlıktan hatta her konuda açıklama yapan DİB’den bir açıklama gelmemesi anlaşılabilir ama muhalefet partilerinin bu korkunç olay karşısındaki sessizliği düşündürücüdür. Şu ana kadar CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve TİP lideri Erkan Baş dışında bir de İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’ndan anlamlı eleştiriler geldi. Kabul edelim ki bu eleştiriler siyaseten yeterli değildir ve daha fazla olmaması da düşündürücüdür. Muhafazakâr seçmeni kaybetmeme, onları rencide etmeme gibi apolitik bir kaygıya dayanan tepkisizlik ya da başka mazeretler öne sürerek bunu meşrulaştırmak da muhafazakârlara da Türkiye’de de kötülüktür. Özetle 3 gündür yaşanan ve her gün yüzümüze tutulan bu karanlık, hiçbirimizi uyandırmıyorsa, vicdanımızı rahatsız etmiyorsa siyaseten söylemek hiçbir sözün artık bir anlamı olmayacaktır.