Siyasi mücadelede dinin bir silah olarak kullanımı

Abone Ol
Dini hükümler sadece egemen siyasal sistemler tarafından değil aynı zamanda muhalifler tarafından da bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılır. İslam tarihinde bunun örnekleri çok olduğu gibi günümüzde de bunun örneklerine rastlıyoruz.

Loading...

Dinler tarih boyunca araçsallaştırılmış ve bazen felsefi tartışmalarda egemenlerin muhaliflerine karşı bazen de siyasal çatışmalarda düşmanlarına karşı bir silah olarak kullanılmıştır. İslam tarihinde dinin araçsallaştırılmasının en çarpıcı örneğini Muaviye ve Emevi Devleti oluşturur. Kendisi dini ilkeleri hayata geçirme konusunda oldukça gevşek davranan Muaviye’nin iş söyleme geldiğinde dindarlığın bütün imkânlarını sonuna kadar kullandığına tanık oluyoruz. Özellikle kader ve özgür irade konusu, dinin siyaset açısından meşrulaştırıcı bir rol oynaması açısından oldukça merkezi bir görev yerine getiriyor o dönemde. Bunun çeşitli nedenleri olmakla birlikte, Hz. Osman’ın Mısır’dan gelen ve aralarında çok bilinen sahabelerin yakınlarının da bulunduğu bir ihtilalle devrilmesiyle başlayan siyasi karışıklıkların rolü oldukça büyük. Kuran-ı Kerim’in birbirinizle çatışmayın yönündeki açık hükümlerine rağmen Müslümanlar arasında yaşanan iç savaş ve katliamlar “neden böyle oluyor?”, “Tanrı bunlara neden müsaade etti?” sorusunu beraberinde getirmiştir. Elbette toplum ve siyasete ilişkin hükümler ihtiva etmesi bakımından İslam’ın özel bir konumu olduğu ve siyasetle iç içe yapısının onun araçsallaştırılmasına bazen imkân verdiği doğrudur ancak, dinin (dini ahlakın) siyasete ilişkin hükümlerini hayata geçirmekle siyasetin dini yönlendirmesi arasında bazen ince bazen de oldukça belirgin ve açık bir çizgi vardır. Bu çizgiler, çoğu zaman egemenler tarafından silikleştirilmiş, tek derdi koltuk sevdası olan krallar/padişahlar/imaparatorlar/ rakiplerin tasfiyesi noktasında din ve din adamlarını oldukça hoyrat bir şekilde istismar etmişlerdir. Bu noktada bütün meşrulaştırma araçlarını seferber etmişlerdir. Dini hükümler sadece egemen siyasal sistemler tarafından değil aynı zamanda muhalifler tarafından da bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılır. İslam tarihinde bunun örnekleri çok olduğu gibi günümüzde de bunun örneklerine rastlıyoruz. Örneğin Mısır’da Tahrir devrimi sırasında yaşanan ayaklanmalarda da zaman zaman fetva yarışlarına sahne olsa da dini kurumların ve yorumların birbiriyle kafa kafaya “tokuşturulması” 2013 darbe sürecinde oldukça açık bir şekilde yaşanmıştır. Darbenin giderek yaklaştığı ve Temerrüd hareketi’nin 30 Haziran’da kitlesel gösteriler yapmaya hazırlandığı bir dönemde Ezher Şeyhi Ahmet Tayyip, zalim yöneticiye karşı çıkmanın meşru ve caiz olduğuna ilişkin bir fetva verir. İfade aynen şöyledir: “Meşru yollardan seçilse de yöneticiye karşı barışçıl protestolar şer’an caizdir ve mubahtır. Bunun iman ya da küfürle alakası yoktur.” Bu fetva, dışarıdan göründüğü gibi ilerici ya da devrimci bir fetva değildir.  Ancak Temerrüd Hareketi ve onu destekleyen medya araçlarının halkı galeyana getirme ve kitleleri sokaklara dökme hedefiyle uyumluydu. Halbuki Ezher Şeyhi, daha önce Tahrir Devrimi sırasında ne Mübarek ne de Silahlı Kuvvetler Yüksek Askeri Konseyi hakkında böyle bir fetva vermemişti. Fetva ve karşı fetva, Arap Baharı sırasındaki darbe ve ayaklanmalarda propaganda mekanizmanın bir parçası ve etkili bir silah olarak kullanıldı. S. Arabistan’daki vehhabi ulema, Arap ayaklanmaları ilk patlak verdiğinde ayaklanmalar için şeran haram fetvası verirken Müslüman Kardeşler yanlısı ulema ise tam tersine zalim yönetimlere karşı sokaklara çıkmanın caiz ve hatta farz olduğu fetvasını yayınlamıştır. Fetvalar, siyasi güçlerin pozisyonlarını, toplumun dindar kesiminin desteğini almak ve onların gözünde dini bir meşruiyet kazanmak için kullanıldı. Ezher Şeyhi Tayyip, 2011’deki Mısır ayaklanmaları sırasında bazen akla davet edip insanları tekfir etmenin reddedilmesi ve barışçıl gösterilere destek sayılabilecek görüşler açıklarken bazen de muhalefetin gemlenmesini sağlayacak birbiriyle tutarsız fetvalar verebiliyordu.  Tayyip, 25 Ocak devrimindeki ayaklanmalar sırasında Hüsnü Mübarek’e bağlı kaldı. 3 Şubat 2011’de yayınladığı bir fetvada devrimci gençlerin Mısır’ı parçalanmasına neden olmak yerine akıllı davranarak evlerine dönmeye davet ediyordu. Bu tamamen Mübarek rejimiyle uyumlu bir fetvaydı. Mübarek, yönetimden çekildiğini açıklamadan birkaç saat önce Tayyip, devlet televizyonuna yaptığı açıklamada, Cumhurbaşkanı’nın devrimin taleplerini kabul ettiğini açıkladıktan sonra gösterilere devam etmenin “haram” olduğunu söyledi.
Fetva ve karşı fetva, Arap Baharı sırasındaki darbe ve ayaklanmalarda propaganda mekanizmanın bir parçası ve etkili bir silah olarak kullanıldı.
Ezher Şeyhi fetvayı, karşılıklı fetva savaşlarının bir parçası olarak vermişti. Aynı şeyi İhvan yanlısı din adamları da yapıyordu. Örneğin geçtiğimiz günlerde vefat eden ve Müslüman Kardeşler’e yakınlığıyla Yusuf el Kardavi, seçilmiş cumhurbaşkanına (Mursi’ye) karşı sokaklarda barışçıl da olsa gösteri yapmanın haram olduğu fetvasını vermişti. Aslında bu fetva savaşları, 30 Haziran’da askeri arkasına almış olan Temerrüd hareketinin ve kitlesinin düzenleyeceği protestolar bağlamında gelişiyor, bir taraf bu gösterileri fetvalar üzerinden engellemeye çalışırken diğer taraf da bunun dinen meşru olduğunu söylüyordu. Selefi din adamları ise dini konuları neredeyse oyuncak haline getirmişlerdi. 2011 Tahrir ayaklanması sırasında gösterilerin dinen caiz olduğu yönünde fetva veren selefi din adamları, 2013 darbesi sonrasında bu kez hatta Sisi’ye karşı gösterilerin haram olduğu yönünde fetva vermişlerdi. Bu inanılmaz çelişkiler, o fetvayı veren kişileri kamuoyu önünde tartışmalı insanlar haline getirmesine rağmen garip bir şekilde üyesi oldukları dini kurumların itibarına ( bu örnekte Ezher kurumuna) zarar verememiştir. Bu noktada dinin bütünüyle siyaset dışına çıkarılması, genellikle İslam toplumları tarafından kabul gören bir şey değildir. Bu konuda süreç içerisinde bir toplumsal konsensüs olursa o başka, ama o da mevcut koşullar çerçevesinde imkânsız görünüyor. Bunu imkânsız kılan şey sadece dindarların tutumu değil aynı zamanda seküler yönetimlerin de dini kullanmaktan imtina etmeyen tutumlarıdır. Mübarek ve Sisi örneklerinde de görüldüğü gibi din kurumu (Mısır örneğinde Ezher) doğrudan laik yönetimler tarafından istismar edilmektedir. Bu noktada çözüm, dinin toplumsal rolü üzerinde bizzat o toplumun içinde bir oydaşmanın yaratılmasıdır. Bu rolün nasıl bir rol olduğu ya da dini yorumların toplumsal hayata müdahalesinin nasıl sınırlanacağı önemli değildir. Zira bizdeki sorun, toplumsal ve ahlaki değerler üzerinde toplumca bir konsensusa varamayışımızdan kaynaklanıyor diye düşünüyorum.