Siyasetin çaresizliği ve mülteci krizi
MUHALEFETİN SORUMLULUĞU
Türkiye devleti, hem Suriye’nin komşusu olması hem de Avrupa Birliği ülkelerinin sınırında yer almasıyla mülteci krizini en başından itibaren derinden yaşadı. Ancak, Türkiye sadece jeopolitik konumundan dolayı değil, politik olarak Suriye iç savaşında taraf olması ve daha da ötesi savaşın büyümesinde bilfiil rol oynamasıyla da mülteci krizinin bir parçası oldu.
Türkiye toprakların İçişleri Bakanlığı’nın 2021’in ocak ayındaki açıkladığı rakamlara göre 3 milyondan fazla Suriyeliye “ev sahipliği” yapıyor.
Türkiye toplumunun ve hatta medyanın büyük çoğunluğu da dahil olmak üzere, ev sahipliği tabirini kullanıyor Suriyeli yerleşimciler için. Göz ardı edilen önemli bir gerçek ise, Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin büyük çoğunluğunun Türkiye’de artık bizzat “ev sahibi” olması ve kendisini misafir olarak hissetmemesi.
Sağ popülizmin, tıpkı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi mülteci krizini fırsata çevirerek ırkçılığı yeniden üretmesi Türkiye’de de karşılığını buluyor. Muhalefetin önemli aktörlerinden İyi Parti, Avrupa’da yükselen sağ popülist argümanlara benzer bir dille göçmen karşıtlığını ve ırkçılığı gündelik hayatta yeniden üretiyorlar. Sosyal demokrat bir parti olma iddiasındaki CHP’nin de bu tür çıkışlarını görüyoruz.
Kemal Kılıçdaroğlu, son yaptığı açıklamada her ne kadar Suriye’deki savaşı bitirip ve orada yerleşimciler için sağlıklı bir ortam yaratıldıktan sonra sığınmacıların “evlerine” gönderileceğini söylese de, meselenin tehlikeli bir vaziyete kapı araladığını görmemiz gerekiyor. Üstelik, genelde muhalefetin seküler kesiminin göçmen ve mülteci karşıtlığını görsek de, toplumun özellikle muhafazakâr kanadının da mülteci düşmanlığından azade olduğunu söyleyemeyiz.
Türkiye’nin taşrası olarak niteleyebileceğimiz birçok kentte; bu zamana kadar çok sayıda Türkiyeli ve Suriyeli çatışmasını gördük. Üstelik, bu çatışmalar hızla Suriyelileri linç etmeye ya da onlara ait iş yerlerini yağmalamaya varabiliyor. Sözün kısası, mülteci krizi toplum içerisinde hızla şiddet dalgasına yol açabilecek bir etkiye sahip. Böylesi durumda özellikle de muhalefetin daha da yapıcı bir dil kullanması; agresif siyaset dilinden de uzaklaşması gerekiyor.
SİYASİ İKTİDARIN TERCİHİ
AB’nin mülteci krizinde Türkiye’ye biçtiği rol bir tür ileri karakol. Çeşitli antlaşmalarla Türkiye; uzun vadeli ve sağlıklı bir entegrasyon politikasının yokluğunda çok sayıda mültecinin yaşam alanı oluyor. Türkiye toplumunun, sayıları her geçen gün artan mülteci sayısını karşılamaya gücü var mı? Bu önemli bir tartışma konusu ancak burada asıl tartışılması gereken AB’nin mültecileri Türkiye’de tutmak için yaptığı girişimler ve iktidarın sağlıklı bir göç politikası izlememesi.
Uzun vadeli bir göç politikasının yokluğundaki Türkiye devleti, şimdi çok sayıda Afgan sığınmacıyı karşılamaya hazırlanıyor. Afgan sığınmacıların Türkiye’ye gelecek olması ırkçı ve nefret söylemini gündelik hayatta hiç olmadığı kadar artırdı. Hem de Suriyeli yerleşimciler de Afgan sığınmacılarla aynı pozisyona indirgenerek tartışma genişletilmeye çalışıldı. Bir kez daha altı çizilmeli; mülteci ve göçmen krizi ne koşulsuz “kucak açmak” gibi bir vicdan meselesine ne de “ilk fırsatta evlerine göndermek” gibi bir ırkçılık argümanına teslim edilemez. Bu mesele tam da, bu ikilemden kurtularak sağlıklı bir politik zeminde tartışılmalı. Savaş ve siyasi istikrarsızlık nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan sığınmacılara değil; onların ülkelerini siyasi istikrarsızlığa sürükleyen hükümetlere kızmalıyız.
Bugün daha çok tartışılması gereken gelmekte olan Afgan yahut Suriyeli sığınmacılar değil; Afganistan’da rol almak isteyen Türkiye hükümetinin politikasıdır, Suriye’deki iç savaşta on bir yıldır taraf olan Türkiye hükümetinin politikasıdır.