Öncelikle Türkiye’de otoriter rejimlerin kalıcılık kazanacağı bir zemin mevcut değildir. Buradan çıkışın sandıkla sağlanması herkes için en yumuşak geçiş olacaktır. Şimdikine benzer koşullar altında ülkemizde her defasında öyle ya da böyle otoriterlikten çıkıldığı gözlenmektedir.
Osmanlı-Türk Anayasal gelişmelerini yakından incelediğimizde otoriterlikten demokrasiye doğru dönüşlerle çok belirgin bir döngüsellikle karşılaşırız. Modern anayasal gelişmelerimizin başladığı 19.yy boyunca ve özellikle 1. Meşrutiyet sonrasında artan biçimde Batılılaşma/modernleşme ve/veya sekülerleşme karşıt güçler ile modernleşme, demokratikleşme, sekülerleşme yanlısı devrimci ve/veya reformcu güçler arasında belirginleşen bir mücadeleye şahit oluruz. Siyasal ayrışma hatlarımızın belirginleşmesiyle şekillenen bu mücadele, siyasal tarihimizde demokratik/yarı-demokratik süreçlerle sivil veya askeri otoriter rejimler arasında salınım gösteren bir döngüselliğe (sarkaca) neden olmaktadır.
Kısa süren 1. Meşrutiyet, II. Abdülhamit’in anayasayı askıya almasıyla başlayan bir sivil otoriterlikle kesilmiştir. Otuz-otuzbir yıl süren bu baskı rejimi, Balkanlardaki ulusçu hareketler ve toprak kayıpları ile şekillenmişse de aynı zamanda İmparatorluk maliyesinin yabancı güçlere terkinin (Düyun-u Umumiye İdaresinin kurulması) de yaşandığı ciddi bir ekonomik kriz dönemidir. Siyasal baskı, muhalefeti sindirme çabası, kötü yönetim, yolsuzluklar ve ekonomik kriz II. Meşrutiyete giden yolu hazırlamıştır. Tanör, II: Meşrutiyeti, “geniş toplumsal tabana oturan bir ulusal ayaklanma” olarak tarif etmektedir.
[1] Tekrar parlamentonun açılması, kuvvetlenmesi ve parlamenter sistemin doğması ile gelişen bu dönem, sarkacın otoriterlikten uzaklaşıp, dönem koşulları içinde yarı-demokrasi olarak görülebilecek bir yöne doğru hareket etmesini ifade eder. Ancak bu süreç de kısa sürede bir başka sivil otoriterlikle kesilmiştir.
İttihat-Terakki yönetimi de bir zamanlar karşı oldukları otoriterliğin bir benzerini yaratmış, Rumeli’nin bütünüyle kaybını ve İmparatorluğun sona erişini durduramamıştı. Tüm bu siyasal travmalara eşlik eden ekonomik krizleri de unutmamak gereklidir. Otoriterlik bir kez daha tükeniş getirmişti.
Buradan çıkış, Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğinde oluşan Kuvayi Milliye Hareketiyle ve 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışıyla olmuştur. İçinde farklı siyasi grupların ve muhalefetin bulunduğu, dönem koşulları içinde temsil kabiliyeti taşıyan güçlü ve demokratik bir Meclis ile otoriterlikten çıkılmıştır. I. TBMM 1921 Anayasasını yapmış, Ulusal Bağımsızlık Savaşını kazanmıştır.
Gelirken kendisi de temelde daha çok özgürlük, demokrasi ve refah vaat ediyordu. Ancak 21 yıl sonunda gelinen nokta tarihteki benzerleri gibi rekabetçi sivil bir otoriterlik, toplumsal buhran, şiddetli enflasyonist ekonomik kriz olmuştur.
Bağımsızlık savaşı sonrası Türkiye, Ulus devlet devrimini yapmaya yönelmiş, aydınlanmacı devrimci bir sürece girerek, demokrasiden tekrar uzaklaşmıştır. Öte yandan bu süreçle gelen laik egemenlik anlayışı demokrasi için gerekli zemini oluşturmuş ve tek parti döneminde demokrasi vaadi baki kalmıştır. Nitekim 1939 tarihinde Cumhurbaşkanı İnönü, İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencilerine yaptığı bir konuşmadan çok partili hayata geçileceğini ifade etmiştir. II. Dünya savaşının bitimi ile birlikte de çok partili hayata dönüş başlamıştır. Demokrasiye dönüş sürecine 1947’den itibaren şiddetlenen enflasyonist ekonomik kriz de eşlik etmişti.
[2]
1950’de iktidar, sandık yoluyla, CHP içinden çıkan muhalefete teslim edilmiş ve demokrasi vaadi yerine getirilmiştir. Daha çok özgürlük ve ekonomik refah talebiyle gelen Demokrat Parti, İttihatçıların izlediği yoldan geçerek kısa sürede rekabetçi bir otoriterliğe evrilmiş, özgürlük ve demokrasiden uzaklaşarak baskıcı bir yola girmiştir. Gittikçe otoriterleşen DP iktidarının sonlarına doğru (1957 sonrası) siyasal buhrana eşlik eden ciddi bir enflasyonist ekonomik kriz de baş göstermiştir. Bu sivil otoriterlik, 1960’da askeri bir otoriterlikle kesilmiştir. Ardından çok partili hayata dönüş yapılsa da ordunun siyasallaşmasının çok çeşitli bedelleri olmuş ve dönülen demokrasi kusurlu kalmıştır. Belli aralıklarla tezahür eden askeri müdahaleler engellenememiştir.
Günümüze gelirken kısa bir süre 1990’lı yılların üzerinde de kısaca durmakta fayda var. Bu yıllarda ülkemiz 1980 askeri darbesi ve sonrasında yaşanan askeri otoriterliğin izlerini silmeye ve demokrasiye dönmeye çalışmaktaydı. Başlamış olan demokratikleşme sürecinin ve bununla gelen Anayasal (1995, 2001 gibi) ve yasal değişikliklerin yardımı, 1999 depremi, sonrasında oluşan toplumsal ve ekonomik travmaların neticesi siyasal alanda büyük bir değişim oluşmuştur. Sağın ucunda görünen, o zamanda dek baskı altında tutulan siyasal İslam geleneğinden gelen Tayyip Erdoğan iktidara gelmeyi başarmıştır. Gelirken kendisi de temelde daha çok özgürlük, demokrasi ve refah vaat ediyordu. Ancak 21 yıl sonunda gelinen nokta tarihteki benzerleri gibi rekabetçi sivil bir otoriterlik, toplumsal buhran, şiddetli enflasyonist ekonomik kriz olmuştur.
1.Meşrutiyetten bugüne sıklıkla yolumuz, özgürlük/demokrasi ve refah talepleriyle kesintiye uğrayan sivil ve askeri otoriterliklerden geçmiş görünüyor. Her bir otoriter rejim, yarattığı kötü yönetim ve baskıya eşlik eden toplumsal travmalar, siyasal ve muhakkak ekonomik krizlerle bitiyor. Toplumsal kırılmalarla birlikte, değişik siyasal gruplar ve sosyal sınıflar birleşerek, daha özgür, demokratik ve müreffeh bir ülke özlemiyle sarkacı ters yöne hareket ettiriyorlar. Biz bir defa daha otoriterlikten çıkıyor ve demokrasiye doğru yüzümüzü dönüyoruz. Öyle görünüyor ki, siyasal güç dengeleri ülkemizde otoriter rejimlerin kalıcılaşmasına engel oluyor.
Ne yazık ki demokrasimizi kesintisiz şekilde kalıcı kılacak, koruyacak etkili kontrol-denge mekanizmaları yaratmayı başaramadığımız da bir gerçektir. Demokratik seçimlerle gelenlerin, bir gün demokratik seçimlerle gidecekleri; bugün iktidar görevi verilenlere yarın muhalefet görevi verilebileceği, tüm siyasal elitlerce içtenlikle kabul edilmelidir.
14 Mayıs seçimleri öncesinde yine sarkacın demokrasiye doğru hareket etmek üzere olduğu bir toplumsal kavşakta duruyoruz. Bir defa daha otoriter yönetimlerle gelen kötü yönetimin sonucu olarak toplumsal buhran ve şiddetli enflasyonist kriz yaşıyoruz. Siyasal güçler arasında büyük bir mücadelenin verildiği bu kritik eşikte hatırlanması gereken, geçmişten öğrenilmiş dersler var.
Öncelikle Türkiye’de otoriter rejimlerin kalıcılık kazanacağı bir zemin mevcut değildir. Buradan çıkışın sandıkla sağlanması herkes için en yumuşak geçiş olacaktır. Şimdikine benzer koşullar altında ülkemizde her defasında öyle ya da böyle otoriterlikten çıkıldığı gözlenmektedir. Toplum çoğunluğunun değiştirmeye karar verdiği bir yönetim için en doğru tercih muhalefet görevini benimsemektir.
İkinci ders, toplum içindir. Otoriter rejimler ülkemize refah, istikrar ve mutluluk getirmiyor. Hukuk, özgürlük ve demokrasi yoksa adalet de yok oluyor, refah da.
Son ders de demokrasi güçleri içindir. Ne yazık ki demokrasimizi kesintisiz şekilde kalıcı kılacak, koruyacak etkili kontrol-denge mekanizmaları yaratmayı başaramadığımız da bir gerçektir. Demokratik seçimlerle gelenlerin, bir gün demokratik seçimlerle gidecekleri; bugün iktidar görevi verilenlere yarın muhalefet görevi verilebileceği, tüm siyasal elitlerce içtenlikle kabul edilmelidir. Sadece lafla değil, iktidar gücünün aşırılaşmasını engelleyecek anayasal, hukuksal, siyasal, kurumsal denetim mekanizmalarıyla kabul etmelidir. Güç ancak dengelenirse ve hukukla sınırlanırsa doğru kullanılabilir. İşte ancak o zaman otoriterlik ve demokrasi arasında süregelen, ekonomik ve toplumsal buhranlarla kırılarak ters dönen salınım durdurulabilir.
---
[1] B. Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY, İstanbul, 1998, sy. 177
[2] Süreç hakkında daha geniş bilgi için bkz: T. Timur, Türkiye’de Çok partili Hayata Geçiş, İmge yay, Ankara, 2003.