Daha önce iktidarın hareket alanını daraltan devlet içindeki farklı görüşteki kurumların mücadelesini “vesayet” olarak gören iktidar temsilcileri, açıkça itiraf etmeden sivil toplumun iktidarı sınırlayıcı müdahalelerini de “sivil vesayet” olarak görmeye başlamıştır.
Sanki her şey tekrar ediyormuş gibi. Büyük Marmara Depremi’nde yaşadıklarımızdan çok farklı bir durum değil gördüklerimiz. Belli başlı alanlarda kamu hizmeti üretmek için ortaya çıkmış devlet örgütlenmesi yine başarısız oldu.
İki farklı yönetim şekli ve iki farklı örgütlenme biçimi. Ama sonuç aynı. İkincisinin başarısızlığının vahameti daha fazla. Çünkü birincisinin başarısızlığına dayanarak iktidara geldi ve tüm ülkenin yönetim tarzı ile örgütlenmesini değiştirdi.
Sorun devlette mi, yoksa o devlet aygıtının yönetiminde mi?
Sanırım cevap ikincisi. Neticede devlet bir organizasyonel bir araç. Onu kullananlar devletin etkinliğini ve yaptığı işin kalitesini belirleyecektir. Burada da iktidardakiler tarafından devlet aracının hangi amaçla kullandıklarına geliyor mesele.
Bugün yapmaya eleştirdiğimiz devletten ziyade, iktidardakilerin devleti kullanma biçimi ve amaçları. İddiamız ise devletin kamuoyunun menfaatlerini kollayan bir şeklinde kullanılmadığı. Zira “
görünen köy kılavuz istemez”.
Özellikle iktidarın yaptığı propagandalar devleti yüceltirken ve onun gücü ve kabiliyeti konusunda sürekli insanlara bir şeyle anlatırken, böyle bir olayda devletin yaşadığı başarısızlık istemeseniz de insanlarda ciddi bir hayat kırıklığı yaratıyor.
İnsanlar soruyor: “
Ne söylemiştiniz bize, ama bakın ne bulduk elimizde” diyerek. İnsanların özgürlüklerinden, hatta bazı bireysel haklarından vaz geçmeleri veya görmezden gelmeleri istenmişti devleti yüceltmek için; devlet üzerinden bir bütün olabilmek için. Peki, ne oldu sonunda?
Yine geçmişte olduğu gibi devlet yerine toplum kendi imkân ve kabiliyetleriyle bu krizden çıkmaya çalışır duruma geldi.
Öte yandan bu yaşadığımız krizin 1999’daki kriziyle o kadar ortak yanları var ki.
Devlet örgütlerinin başarısızlığının yanında, o gün olduğu gibi bugün de “
sivil” toplum son derece başarılı bir sınav veriyor. Gerek kamunun yapması gereken hizmetler gerekse koordinasyon ve kaynak bulma kabiliyeti bakımından, sivil toplum kamunun önüne geçmiş durumda. Hatta sivil topluma kıyasla kamunun başarısızlığı toplumda devlete yönelik güvenin duygusunun da tartışılmasına neden oluyor. Ülke, böyle bir felakette tepki verme kapasitesi bakımından ciddi bir ayrışma göstermiş durumda.
Ama gerçek olan bir şey var ki, o da yaşadığımız bu büyük afet ülkemizdeki sivil toplumu yine harekete geçirmiştir.
Aslında Türk toplumunun “
sivilleşme” arayışları çok partili sisteme geçişimize kadar gitmekte.
Demokrat Partinin yükselmesi ve sonrasında kamuoyunun ona gösterdiği destek, aslında devlete karşı sivil toplumun alan kazanma çabasıydı. Bu ortam içinde devletin çabası ise, sivil toplumun hareket alanını daraltmak, kendi kafasındaki yurttaş ve toplum düzenini ona empoze edebilmekti.
Elbette devletin topluma bu bakış açısı çok uzun yıllar siyasi eleştiri konusu oldu. Maalesef bu konuda çok fazla yol alamadık.
Geleneksek toplumlarda olduğu gibi, bir organizasyonel örgüt olarak devlete kutsallık atfeden bakış açısından kurtulmak hâlâ mümkün olmadı. Devletin kutsanması aynı zamanda o aygıtın başında olanlara da devleti imkânlarını kullanırken hareket alanı sağlamaya devam etti.
Böyle ülkenin geleneklerine dayanarak oluşturulan ve bürokrasinin eylemlerinde rahatlık sağlayan bir ortamının devamı için, Türkiye’nin demokrasi arayışları ve bu arda sivil toplumun yükselişi sürekli engellenmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine yönelik hedefleri sivilleşebilmek bakımında, siyasilere olmasa bile topluma büyük imkânlar sunmuştur.
Ama devlet-sivil toplum ilişkisi açısından son derecede önemli olan bir gerçeği de görmezden gelemeyiz. Kamuoyunun bir kesiminin kararlı itirazlarına rağmen, piyasa mekanizmasının gelişmesi ile birlikte en azından ekonomi alanında toplum devletin etkisinden kurtulmaya başarmıştı.
Bu sadece kamuculuğun öneminin azalması ve özel sektörün ekonomide ağırlık kazanması şeklinde yorumlanmamalıdır. Kanımca toplumun sivilleşmeyi öğrenmesi bakımından piyasa mekanizmasının gelişiminin oynadığı rol önemlidir. Birey devletten bağımsızlığını ilan ettikçe, çok daha fazla sivilleşebilmektedir. Maalesef bu açılardan son yıllarda özel sektör geçmişte elde ettiği edinimlerden vazgeçmek zorunda kaldı.
Devlet ve onun namına devlet erkini kullanan kamu bürokrasisi, çok uzun zamandır ekonomide alan kaybetmesi karşısında çaresiz kalıyordu. Ekonomik zorluklar ister istemez onları bu durumu kabullenmeye zorluyordu. Zaman zaman siyasileri etkileri altına alarak, ekonomide etkinliklerinin devamını sağlayacak bir ekonomi uygulamaları ve bu uygulamaların referans aldığı siyasi söylemi siyasetçiler vasıtasıyla kamuoyunda yaygınlaştırmışlardır. Amaç vatandaşın farklı farklı alanlarda devletten bağımsızlığını kazanmış bireylere dönüşümünün önüne geçmektir.
Deprem sonrası oluşan dayanışma ruhu ve bunun oluşturduğu iyimserlik kamuoyunda sivil topluma ve sivil örgütlenmelere, geçmişte olduğundan çok daha olumlu bakılmasına yol açtı. Bu durumun bir sonucu olarak toplumun devlet karşısında kendine olan özgüveni de arttı.
Bu yüzden yönde yapılacak ekonomik ve toplumsal reformlara karşı durmuşlar, hatta bazıları Avrupa Topluluğu üyeliğine de sırf bu yüzden itiraz etmiştir. Bu söylem ve eylemlerin siyasetteki bileşenlerine ise, sadece iktidardaki partilerde değil, aslında tüm parti yapılarında karşılaşabilmek mümkündü.
Bu yüzden devleti her şeyin merkezine koyan siyasi anlayış tüm üstyapı kurumlarına hâkim ideolojik bir nitelik kazanmıştır.
Bu ideolojinin karşısındaki tehlike ise sivil toplumun yükselişinden gelmektedir. Hiçbir sivil toplum taleplerinin ve hareketinin siyasi partiler gibi üst yapı kurumlarında hâkim olmasına izin verilmemiştir. Kanımca ülkemizdeki demokrasi mücadelesindeki en önemli engel ülkemizin üst yapı kurumlarına hakkim bu düşüncelerdir.
Ekonomi alanında 2001 krizi sonrası yaşanan reform süreci, bu bakımdan son derecede önemlidir. Bu dönemdeki reformların yapılabilmesinde, 1999 depreminde sivil toplumun sorunlar karşısında tepki verme kabiliyetinin devletten yüksek olması ve afet bölgesindeki sorunların çözümünde devlet örgütlerinden çok daha başarılı olmasının doğurduğu sempati büyük rol oynadı. 1983 yılından beri gündemde olan bu reformların özellikle 2001 yılında yapılır duruma gelmesinin ardından sivil toplumun bu kabiliyetinin geçmişe göre çok daha görünür hâle gelmiştir.
Kamunun ekonomideki etkinliğini azaltmakla sonuçlanacak bu reformların sadece siyasetçilerin inisiyatifi ile bunca yıl ertelenmiş olacağını iddia etmek, kanımca eksik bir yorum olacaktır. Zira bunun bir örneği “
piyasa” kavramının topluma tanıtıldığı 1980’li yıllarda, kamuoyunun bundan tam ve mutlak serbestlik anlaması gibi, bireysel düzeyde yapılan keyfi her eyleme dayanak olarak piyasa mekanizmasının örnek gösterilmesidir. Toplumun piyasa ile tanıştığında bunun ne olduğu ve nasıl bir çerçevede çalıştığının anlaşılması istemeseniz de uzun bir zaman alıyor.
İşte deprem sonrası oluşan dayanışma ruhu ve bunun oluşturduğu iyimserlik kamuoyunda sivil topluma ve sivil örgütlenmelere, geçmişte olduğundan çok daha olumlu bakılmasına yol açtı.
Bu durumun bir sonucu olarak toplumun devlet karşısında kendine olan özgüveni de arttı.
Yaşadığımız krizde olduğu gibi devlet mekanizmasında ortaya çıkardığı zaaflar, toplum nezdinde devlete karşı güven kaybına neden oldu.
Aslında 2002 seçimlerinde ortaya çıkan siyasi sonuç, sadece birkaç siyasi partinin değil, aynı zamanda kamuoyunda başarısızlığı teyit edilmiş ve o günlerde tüm siyasi üst yapı kurumlarına hâkim olan bir devlet anlayışının tasfiyesiydi. Bir bakıma o günlerdeki toplumun hiçbir sorununa çözüm getiremeyen devlet örgütlenmesinin de tasfiye edilme çabasıdır.
Onun yerine toplum devletin zaaflarını gidereceğini vaat eden, toplumun uzun süre çözüm bekleyen sorunlarını çözeceğini söyleyen, ayrıca sivil toplumu gelişimine onunla birlikte sağlayacak yeni bir siyasi grubu iktidara getirdi.
Toplum özellikle 2010 referandumu sonrasında çok ciddi gelişmeler yaşadı. Bu süreçte sivil toplumun yükselişini engelleyici bakış açısı iktidara ve ülkenin üst yapı kurumlarında hâkim olmaya başladı.
Aslında o günlerde AKP salt bir siyasi parti olarak değil, o gün tüm kamuoyunda önemi daha iyi anlaşılmış olan sivil toplumun bir ürünü olan gündeme gelen, başarısızlığı teyit edilmiş ve tüm toplumun da baskılarından yıldığı bir devlet anlayışına karşın, bu sivil toplumun bir parçası olarak iktidara gelmiştir. Hatta bu vaatleri ile onun o günlerde CHP’den çok daha ilerici bir noktada görülmesine neden olmuştur.
Sivil toplumun baskısı AKP’yi solun sahiplenmesi gereken değerleri sahiplenip, kamuoyunda dillendirmesine yol açmıştır.
AKP’nin 2002 sonrasında seçimlerdeki başarının da ardındaki sebeplerden biri budur.
Aynı dönemde AKP ile Meclise bulunan o günlerin CHP ise kamuoyunun memnun olmadığı, toplumun ihtiyaçlarını karşılamakta son derece başarısız olmuş, bu da yetmemiş toplumun tümü ve/veya bir kesimi üzerinde uygulanan baskıların temsilcisi konumundan kurtulamamıştır. Bu dönemde aralarındaki mücadele aslında eski ile yeni arasında, devlet ile sivil toplum arasında, bireysel refah ile toplumsal refah arasında bir tercih hâline gelmiştir. Eskinin ve muhafazakârlığın temsilcisi olan CHP’ye karşılık, sivil toplumun yanında olan, yeniliğin ve yeni değerlerin temsilcisi bir siyasi kadro olarak AKP.
Bu görüşler tartışılabilir. Hatta tüm bunların AKP’nin yarattığı bir algı olduğu da söylenebilir.
Toplum özellikle 2010 referandumu sonrasında çok ciddi gelişmeler yaşadı. Bu süreçte sivil toplumun yükselişini engelleyici bakış açısı iktidara ve ülkenin üst yapı kurumlarında hâkim olmaya başladı. Aslında bunda AKP’nin iktidar erkini kimseyle paylaşmaya yanaşmaması ve sivil toplumu da ülkede yapmayı arzuladığı uygulamaların önünde engel olarak görmesi rol oynadı.
Daha önce iktidarın hareket alanını daraltan devlet içindeki farklı görüşteki kurumların mücadelesini “vesayet” olarak gören iktidar temsilcileri, açıkça itiraf etmeden sivil toplumun iktidarı sınırlayıcı müdahalelerini de “sivil vesayet” olarak görmeye başladı. Referandum sonrası bir yandan devlet içinde AKP iktidarını engellemeye çalışan “
resmi vesayet” kaynaklarıyla mücadeleye girişilirken, aynı anda sivil toplumun vesayetinden de kurtulmak bir amaç olarak ortaya çıkmıştır.
Bu, bir bakıma AKP’nin kendini iktidara taşıyan toplumsal güçlere karşı ihaneti olarak görülebilir.
Sivil toplum rüzgârı ile iktidara gelen AKP, çok kısa sürede sivil toplumla mücadele eden bir yapıya dönüşmüştü. Bu mücadele
Gezi Parkı Direnişi ile doruk noktasına ulaştı. Eski devlet refleksi bu noktadan sonra iktidara hâkim olmaya başladı. Her geçen gün ülkede sivil toplum güç kaybederken, 2002 öncesi her şeye muktedir devlet söylemi hâkimiyet kazanmaya başladı.
2002 öncesinde yapılan onca mücadele bir çırpıda sonuçsuz kalmış, hâkimiyet tekrar devlet bürokrasisinin kontrolüne geçmiştir. Bunda Türkiye’nin Avrupa Birliği çıpasını kaybetmesinin de rolü büyük. Tüm bu yaşananların anlamı, kendini hiçbir yere ait hissedemeyen Türkiye’nin, kendine güven duymayan bürokrasisinin kendi çapında güvenlik arayışlarının bir sonucu olarak demokrasi arayışından vazgeçmesi ve en iyi bildiği yönetim şekline geri dönmesidir.
Geçmişte AKP’nin yaptığı gibi, böyle bir algıyı yönetip sivil toplumun taleplerinin temsilcisi olacak yeni bir siyasi anlayışa bugün ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak böyle bir anlayış ne AKP’de ne de MHP’de görülmemektedir.
Değişimin doruk noktası 2017 referandumu ile başkanlık sistemine geçilmesidir. Bu şekilde devlet, topluma karşı kendi kapasitesinin üstünde bir yükümlülük altına sokmuştur kendini. Aslında referandumda ve sonrasındaki Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasındaki kullanılan vaatler bu iddialı yükümlülükler hakkında fikir vermektedir.
Kampanyalar boyunca devlet yapabileceğinin üstünde hizmetlerin adresi olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Sivil toplumun kapasitesi, faydaları üzerinde durulmamıştır. Bu haliyle ortaya konulan resim, 2002 öncesinde sivil toplumun bir parçası olarak yükselen AKP’nin o günlerde çizdiği imajla taban tabana zıttı.
Referandum sonrasında ülkedeki her şey o kadar hızlı bir şekilde 2002 öncesi siyasi koşullara benzedi ki.
Bir yanda o yıllardaki gibi devlet refah üretmek yerine, mevcut refahın yeniden dağıtımına odaklanmaya başladı. Diğer yandan tüm toplumu kapsayacak refah yaratamayan, iktidarın çaresizce başvurduğu ekonomik yöntemler ülkedeki iktisadi koşulları daha da kötüleştirdi. Vatandaş aynı geçmişteki gibi, enflasyona mahkûm edildi.
Artan baskılar da yalnız siyasette değil, aynı zamanda sivil toplumda da bıkkınlık yaratmaya başladı. Toplumun bu yönetim anlayışından kurtulmasına
Büyük Marmara Depremi vesile olmuştur.
Tüm toplum kriz karşısında sivil toplum ile kamunun sorun çözme kapasitesini karşılaştırabilme olanağı bulmuştu. Tıpkı bugün olduğu gibi.
Sivil toplumun bu rüzgârıyla iktidar olanlar, yirmi yıllık iktidar dönemlerinde asıl kerameti kendilerinde olduğunu sanarak büyük bir yanılgı içine girmiş ve sivil toplumun taleplerini inkâr etme noktasına gelmişlerdir. En son yaşadığımız deprem felaketi sivil toplumun gücünü tüm çıplaklığı ile tekrar kamuoyunun gündemine getirmiştir. İktidar bileşenlerinin de iktidarlarını koruma refleksiyle tepki vermeye ve bu amaçla kendi anladıkları tarzda devleti yücelten söylemlere başvurmaya başlamışlardır.
Artık olan olmuştur ve yaşananları geriye getirmek mümkün değildir.
Onların tüm topluma sundukları devlet anlayışı çökmüştür. Şimdi yapılması gereken sivil toplumun tekrar ortaya çıkan bu gücünü kullanacak ve bununla sivil toplumun önünü açacak yeni bir siyasi anlayışı desteklemek ve bu yolla yeni bir iktidarın önünü açmaktır.
Geçmişte AKP’nin yaptığı gibi, böyle bir algıyı yönetip sivil toplumun taleplerinin temsilcisi olacak yeni bir siyasi anlayışa bugün ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak böyle bir anlayış ne AKP’de ne de MHP’de görülmemektedir. Onlar oluşturdukları ve başarısızlığı bu felaketle daha iyi anlaşılan devlet anlayışını muhafaza etmeye çalışan bir siyasi yapıya dönüşmüşlerdir. Yeniyi değil, muhafaza edilmesi gerekenin temsilcileridir.
Artık toplumun yeni değerlere ve yeni yönetim şekillerini görmeye ihtiyacı var. Bu kez başta CHP olmak üzere, muhalefetin tüm bileşenleriyle birlikte sivil toplumun bu taleplerinin temsilcisi olma ihtimali çok daha yüksektir. Bekleyip göreceğiz.