Ayrımcılığın yelpazesi geniş olsa da özellikle “ırkçılık” teması, geçmişten günümüze sinemada sıklıkla ele alınıyor. “Neden insanları farklı görmek isteriz?” sorusu ise kendi başına büyük bir boşluğu önümüze getiriyor aslında. Bir ötekileştime kültürünün bileşenleriyiz belki de. Dünyayı ve içinde yaşadığımız toplumu kendi içsel dünyamız doğrultusunda algılarız. “Ötekine” dair düşüncemizde ise sosyal, siyasi, ekonomik pek çok faktör etken. Bu noktada ırkçılığı, ötekileştirmeyi, stigmatisazyonu yaratan tarihi ve politik arka planı anlamaya çalışmak oldukça önemli. Her türlü ayrımcılığın yükselen sesi olmaya başaran sanatın ise bu anlamda rolü büyük. Farklı sanat disiplinlerinde ayrımcılığa dair pek çok eser üretildi. İnsana dair hiç bir şeye kayıtsız kalamayan pek çok sanat gibi sinema da konuya hassasiyetle yaklaşan disiplinlerden oldu. Ayrımcılığın yelpazesi geniş olsa da özellikle “ırkçılık” teması, geçmişten günümüze sinemada sıklıkla ele alınıyor. Irkçılık denince akla ilk gelen sinemalardan biri şüphesiz Amerikan sineması. “Beyazların” iyi, “siyahların” kötü olarak temsil edildiği Amerikan filmlerinde ırkçılık bariz bir şekilde ele alınıyor. Amerikan sinemasının var ettiği Hollywood endüstrisi, çağları aşan teknoloji kullanımıyla Amerikan popüler kültürünün bir propandası adeta. Sanatında dahi “ötekini” işaret etmekten geri durmayan Amerika, Hollywood ile “Amerikan Rüyasını” yeniden yazıyor. 1915 Amerikan yapımı The Birth Of a Nation’da (Bir Ulusun Doğuşu) ırkçı bakış açısı altı çizilerek aktarılıyor. Sinema tarihinde ırkçılık temasının en belirgin işlendiği bu yapım, Amerikan sinemacıları tarafından uzunca bir süre “baş yapıt” olarak kabul edildi. Filmde Amerikan iç savaşı dönemlerine değiniliyor. Biri kuzeyli, diğeri güneyli iki ailenin öyküsü anlatılıyor. Güney, “beyazları” kahraman olarak temsil edilirken, “siyahlar” alabildiğine kötü olarak aktarılıyor. Beyazların örgütü Ku Klux Klan tanrılaştırılırken, siyahiler acımasızca kötüleştiriliyor. Amerikan sineması 20.yy’dan sonra bu denli ırkçılığın propagandasını yapmasa da ötekileştirme hız kesmeden devam ediyor. Biyolojik farklılıktan kaynaklanan fiziksel bir ayrımcılık değil yalnızca görüp, izlediğimiz; kültürel farklılıklara da ziyadesiyle vurgu yapılıyor. Türkiye sineması da ırkçı temalardan nasibini alıyor. Özellikle Kürt, Arap stereotipi bolca işleniyor. Fakat ırkçılığa karşı tavır alan yönetmenler de yok değil: Zeki Ökten, Tomris Giritlioğlu, Alper Özcan, Erden Kıral gibi yönetmenlerin başarılı işleri mevcut.
Medya ise ırkçılığı ve ayrımcılığı ortadan kaldırabilme gücüne sahip önemli mecralardan biri. Özellikle yapılan filmler aracılığıyla ses çıkartabilmek son derece önemliyken, duruma sessiz kalan, destekleyici tutumlarda bulunan filmler, diziler, reklamlar sorunun güncelliğini koruyacağına işaret ediyor.
Geçmişten günümüze Dünya Sinemasın’dan ırkçılığın işlendiği önemli yapımlardan bazılarına örnekler vermek mümkün: MAT (ANA), 1926. Yönt: V. Pudovkin OBIKNOVENNIY FASIZM (SIRADAN FAŞİZM), 1965. Yönt: Mİhail Romm yönetiminde bir araya getirilmiş sinematografik belgelerin filmi. SOMETHING OF VALUE (İNSAN AVCILARI), 1957. Yönt: Richard Brooks SEGEANT RUTLEDGE (MASUM SUÇLU), 1960. Yönt: John Ford UMUT, 1970. Yönt: Yılmaz Güney Yerli ya da yabancı, dünyanın geneline yayılmış bir öteki algısı ve sanat aracılığıyla yansıtılanlar.. “Neden insanları farklı görmek isteriz?” sorusu ise kendi başına büyük bir boşluğu önümüze getiriyor aslında. Bir ötekileştime kültürünün bileşenleriyiz belki de. Goldman, Currigan gibi araştırmacılar ötekileştirme, stigmatize etme kültürünün alt metninde stereotiplerin ve ön yargıların varlığına işaret ediyorlar. Freud ise kitlelerin nasıl oluştuğu meselesiyle ilgileniyor. Uygarlığın huzursuzluğu kitabında küçük farklılıkların narsizminden bahsediyor. Yani birbirine çok benzeyen iki topluluğun (İngilizler ve İrlandalılar gibi) küçük farklılıkların çok fazla altını çizdiklerine değiniyor. Birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını göstermek için küçük farklılıklara ihtiyaç duyuyorlar. Aslında dayanılmaz olan birbirimize ne kadar çok benzediğimiz. Irkçılığın aşırılığında bu benzerliğe tahammülsüzlük var belki de. Tüketim toplumunun hızla büyüdüğü, kapitalist düzenin hükmünü sürdüğü günümüz dünyasında ırkçılığa ve ayrımcılığa henüz bir çözüm bulunabilmiş değil. A. Young’ın ifade ettiği gibi insanların üzerindeki güç ve iktidar duyguları ırkçılık sorununa bir çözüm bulunmasında belki de en büyük etken olarak karşımıza çıkıyor. Medya ise ırkçılığı ve ayrımcılığı ortadan kaldırabilme gücüne sahip önemli mecralardan biri. Özellikle yapılan filmler aracılığıyla ses çıkartabilmek son derece önemliyken, duruma sessiz kalan, destekleyici tutumlarda bulunan filmler, diziler, reklamlar sorunun güncelliğini koruyacağına işaret ediyor.