Sesimi duyan var mı?

Abone Ol
Görüldü ki devlet, aradan geçen 24 yıl içinde ne deprem öncesinde ne de deprem sonrası için neredeyse hiçbir tedbir almamış. Bilim insanlarının uyarıları dikkate alınmamış. Tedbirlerin alınması, uyarıların dinlenmesi ancak bu sistemin değişmesiyle olacak. Bunun yolu da siyasetin toplumsallaşmasında ya da toplumun siyasete sahip çıkmasında…

Loading...

Artık deprem konusunda referansımız 17 Ağustos 1999 değil. Yeni referansımız 6 Şubat 2023. Hem de 9 saat arayla meydana gelen 7.7 ve 7.6 şiddetli iki şiddetli depremle. Önceki sabaha karşı 04.17’de Kahramanmaraş Pazarcık merkezli 7.7 şiddetindeki deprem 10 ilde korkunç bir tablo ortaya çıkardı. Sabah itibariyle biz bu tabloyu idrak etmeye çalışırken bu kez öğlen 13.24’de 7.6 ile sallandık. Depremde iki gün geride kaldı. Bu iki gün yakınlarımızdan, dostlarımızdan haber almaya, ilgililerden bilgi almaya çalıştık. Yakınlarımıza yardım etmeye, onlara yardım ulaştırmaya, onları bulundukları yerlerden çıkarmaya çalıştık. Zaman bulup ekrana baktığımızda ara ara şu sesi duyduk: “Sesimi duyan var mı? Geride bıraktığımız süre içinde ortaya çıkan gerçek; bir deprem ülkesi olmamıza, yakın zamanda yaşanan depremlere rağmen hiçbir ders alınmadığıdır. Yine çalışmayan iletişim şebekeleri, yardımların deprem bölgelerine ulaşamaması, trafiğin felç olması, saatler geçmesine rağmen ulaşılamayan enkazlar, siyasilerin bu günlerde bile siyasi ayrımcılıktan vazgeçmemeleri, halkı tehdit etmeleri. Bütün depremlerde olduğu gibi bu depremde de depremzedeler ilk ulaşan devlet değil örgütlü ya da örgütsüz sıradan vatandaşlar oldu. Devlet yine enkaz altında kaldı. Devlet kurumları bu süreçte kolaylaştırıcı değil yine zorlaştırıcı oldu. Yardımların hızlı ulaştırılması değil tek elden ulaştırılması gibi zorlayıcı bir yolu seçtiler. Doğal afetlerde kurtarıcı rolleri olacak olan madenciler, TSK’nın arama kurtarma unsurları ancak aradan geçen 36 saatin sonunda felaket bölgesine gönderildiler. Kısaca deprem sonrasında yapılması gerekenler konusunda, yardım planlamasında, yardımların koordinasyonunu sağlamada da ne yazık ki, devlet sınıfta kaldı. Sorun sadece deprem sonrasında değil deprem öncesi var. UYARILAR NEDEN DİKKATE ALINMIYOR? Bilim insanları yapılması gerekenleri yıllardır söylüyorlar, söylemeye devam ediyorlar. Uyarılarını yaptılar, yapıyorlar. Önceki akşam FOX TV’de Prof. Dr. Naci Görür yaklaşık 4 saat boyunca yaşanan depremin adım adım nasıl geldiğini anlattı. 25 Ocak 2020’de Elazığ’da olan depremden sonra Kahramanmaraş’a dikkat çeken ilk paylaşımını o günlerde yaptığını anlattı. Her yaptığı paylaşımın bir uyarı olduğunu ama bunların ilgililer tarafından dikkate alınmadığını söyledi.  Hazırladıkları projelerin devletin ilgili kurumları tarafından reddedildiğini ifade etti. Sadece o değil birçok bilim insanı benzer uyarıları yaptı. Ama bu uyarılar dikkate alınmadı, görülmedi, görülmek istenmedi. Açıkçası sadece deprem sonrası yaşanan çaresizliğin daha ağırı deprem öncesinde dikkate alınmayan uyarılar, alınmayan tedbirler konusunda yaşandı. 17 Ağustos 1999 Gölcük’te meydana gelen 7.2’lik depremi referans aldığımızda aradan geçen yaklaşık 24 yılda deprem öncesi için de, deprem sonrası için de hiçbir hazırlık yapılmadığı bir kez ortaya çıktı. Güvenli yapılar yapma, kentsel dönüşümü gerçekleştirme yerine devletin mali kaynak ihtiyacından dolayı çıkarılan “imar affı” düzenlemeleri ile var olan sorunlu yapılar bile “normal” vasfı kazandırıldı. Bunun anlamı olası İstanbul merkezli depremde zarar görecek bina sayısının devlet eliyle iradi olarak arttırıldığıdır.
Bugüne kadar deprem konusunda gerekli tedbir alınmadıysa bunun sebebi esas olarak siyasal kültürle doğrudan bağlantılıdır. Devletin önceliğini toplumdan çok kendini korumaya vermesinden kaynaklanmaktadır. Devlet-toplum ilişkisinde asimetrik biçimde devletin güçlü olması toplumun siyasi taleplerini önemsizleştirmektedir.
NE YAPILMALIYDI? Oysa yapılması gereken çok açıktı. O da aradan geçen 24 yıl içinde fay hattı ve kolları üzerinde bulunan yapı stoğunun çıkarılması ve bu stoğa göre yıkılması gerekenlerin yıkılarak depreme dayanıklı yeni binalar yapılması ve gerekli zemin etüdleri yapılarak daha sağlam zeminlere yeni yerleşimler inşa etmekti. Ancak biz, ne çıkarılan yapı stoğunu, ne de ne kadar binanın yıkıldığını ya da yıkılmasını gerektiğini bilmiyoruz. Özetle bir deprem ülkesi olan Türkiye’de ne devlet, ne siyaset kurumu, ne yerel yönetimler, ne de vatandaş olarak bizler yapmamız gereken şeylerin çoğunu yapmamış, gerekli tedbirleri almamışız. Evet, deprem bir gerçek. Depremi önlemek mümkün değil ama alınacak tedbirlerle depremin zararlarını en aza indirmek mümkün olabilir(di). Yani depremle mücadele esas olarak deprem öncesinde yapılması gerekenleri yapmaktı, sonrasında yapılacakları değil. Türkiye’de yapılmayan da budur. Bugüne kadar bu yapılmadıysa bunun bir yönü iktidarın siyasal tercihleriyle bağlantılıysa diğer yanı bu konuda toplumsal talep olmamasıyla doğrudan bağlantılıdır.
 Siyaseti belli aralıklarla önümüze konulan sandıkla sınırlarsak, bu yaşadıklarımız kaderden başka bir şey olmaz. Oysa siyaset ilahi değil seküler dünyanın uğraşı olarak kaderle değil bu dünya ilgilidir.
BU DÜZEN ANCAK SİYASETLE DEĞİŞİR Bu da esas olarak siyasal kültürle doğrudan bağlantılıdır. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunun özü, devletin önceliğini toplumdan çok kendini korumaya, kendini toplumdan ayrıştırmaya vermesinden kaynaklanmaktadır. Devlet-toplum ilişkisinde asimetrik biçimde devletin güçlü, toplumun zayıf olmasının sonucu, devletin toplumun taleplerini önemsizleştirmesidir. İşte esas olarak değişmesi gereken bu asimetrik ilişkinin kendisidir. Devletin bugüne kadar yapması gereken ama yapmadıklarını bundan sonra yapması ancak, ülkenin neresinde olursak olalım depremde yardıma koşan biz sıradan insanların ve sivil toplum kuruluşlarının kamusal alanda taleplerimi güçlü biçimde seslendirmemizle olacaktır. Yani bizlerin doğrudan siyasete katılımıyla. Tedbirlerin alınması, uyarıların dinlenmesi ancak bu sistemin değişmesiyle olacak. Bunun yolu da siyasetin toplumsallaşmasında ya da toplumun siyasete sahip çıkmasında… Sonuçta tüm direncine rağmen devleti ve siyaseti kurumunu dönüştürecek olan, bu toplumsal taleplerin kendisi ve bu talebin kamusal alanda ifadesi yani taleplerin siyasallaşmasıdır. Hele devletin ve siyasal iktidarın siyasetin ve demokrasinin alanının iyice daralttığı bu dönemde siyaset hepimiz için daha fazla önem kazanmaktadır. Unutmayalım ki, sıradan insanlar siyasete sahip çıktıkça, siyaset güçlenir ve insanlar kendi hayatlarını ilgilendiren karar süreçlerine doğrudan katılıp, bu süreçlerin parçası olabilirler. Yok eğer siyaseti belli aralıklarla önümüze konulan sandıkla sınırlarsak, bu yaşadıklarımız kaderden başka bir şey olmaz. Oysa siyaset ilahi değil seküler dünyanın uğraşı olarak kaderle değil bu dünya ilgilidir.