Sermaye Birikimi

Abone Ol
Neo-liberalizmin, 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca koşulsuz hâkimiyeti, gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye birikiminin düzeyinde ve mahiyetinde köklü değişimlere yol açtı.  Bundan ülkelerin kalkınma politikaları ve kalkınma sorununa bakışları da etkilendi.  Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu konjonktürün de sermaye birikimi şekline önemli yansımaları oldu. 1980’lerin neoliberalizmi, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki temel gelişme farkının, serbest piyasa ekonomisinin gereksinim duyduğu birtakım kurumların eksikliğinden kaynaklandığına dikkat çekerek, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma sorununun da bu eksik olan kurumların inşasını sağlayacak ekonomik reformlarla giderilebileceğini öngörmektedir. Eksik kurumlar bir kere oluşturulduktan sonra, neoliberal bakış açısı gelişmekte olan ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasında ekonominin işleyişi konusunda ciddi bir fark görmez ve kalkınma sorunlarını da ayrı bir disiplin altında incelemeye gerek duymaz. Bu arada ülkelerin kalkınma sorunlarını, onların kendilerine özgü koşullarından ve tarihsel bağlamından bağımsız olarak ele almak da yaygın bir tercih olarak karşımıza çıkar. 1990’lı yıllara kadar iktisadi büyüme sermaye stokunun bir fonksiyonu olarak ele alınır, sermaye birikimindeki artışların tasarruf oranının ve teknolojik gelişmelerin sonucunda belirlendiği düşünülürdü. Tasarruflar, dışsal olarak gerçekleşen nüfusun ve tasarruf eğiliminin bir fonksiyonu olarak açıklanırken, teknolojik gelişmenin de dışsal olarak gerçekleştiği kabul edilirdi. Ancak 1990’lı yıllarla birlikte yaygınlık kazanan içsel büyüme teorileri, teknolojik gelişmenin arkasındaki etmenler üzerinde yoğunlaşarak, büyümeyi bu faktörlerle ilişkilendirmeye başlamıştır. Buna göre büyüme dışsal değil, aslında kısa ve uzun dönemde birtakım politikalarla belirlenebilir içsel bir değişkendir. Tek yapılması gereken ekonomi içindeki hangi faktörlerin teknolojik gelişmeyi harekete geçirdiğini ortaya çıkarmak ve onları harekete geçirecek politikaları uygulamaktır. Bu şekilde büyüme sadece faktör donanımının bir fonksiyonu şeklinde değil, aynı zamanda sahip olunan faktörlerin niteliği ile de açıklanmaktadır. Ayrıca tasarruf eğiliminin arkasında yer alan birtakım iktisadi faktörler, tasarrufların da içselleşmesine yol açmaktadır. Örneğin finansal liberalleşmeyle ekonomide meydan gelen kurumsal dönüşüm hanehalklarının tasarruf eğilimlerinin artmasına yol açarak, toplam tasarrufların artışına neden olabilir. Sadece bunlar bile büyümenin arkasında olan tasarruf ve teknolojik gelişme gibi faktörlerin içsel olarak düşünülmesine yol açmaktadır. Büyümenin bu şekilde içselleşmesi, beraberinde büyüme üzerinde belirleyici olan sermaye birikiminin de içselleşmesi anlamına gelecektir.  Buna göre sermaye birikiminin sadece miktarı değil, aynı zamanda niteliğinin de büyüme üzerinde belirleyici bir rol oynayacağını tahmin etmek güç değildir. Ekonominin kurumsal yapısındaki değişimlerin yönlendireceği sermaye birikim süreci bir yandan sermaye miktarı aracılığıyla büyüme üzerinde etkili olurken, diğer yandan niteliğindeki değişimlerle de sermayenin verimliliğini sağlayarak ekonomik büyüme üzerinde etkili olabilmektedir. ~*~ Ülkemizde zaman zaman yapısal reformlarla gündeme gelen ve ekonominin işleyiş kurallarının değişimi ile sonuçlanan yapısal dönüşümler, ekonomideki sermaye birikimin niteliğini de etkilemiş ve buna bağlı bir büyüme performansına vesile olmuştur. Ekonominin kurumsal yapısındaki değişimler, sermaye birikiminin niteliğini belirleyen ve büyümeyi içselleştiren bir faktör olarak düşünülebilir. İktisat teorisindeki bu ve benzeri yenilikler, geçmişteki iktisadi olayların yorumlanma şekillerini değiştirerek, geçmişe farklı bir gözle bakılmasının gerektiğini ortaya çıkarmıştır.  Zira iktisat teorisinin sunduğu düşünsel çerçeve, iktisat politikası yapanların büyüme politikalarında izleyecekleri yolu belirlemektedir. Nasıl bir büyüme politikası ve sermaye birikimi sürecine sahip olacağımız, elbette bu konulardaki teorik anlayışımıza ve bu anlayışa dayanak yapacağımız yorum ve değerlendirmelere bağlı olacaktır. ~*~ Ülkemizdeki sermeye birikim süreçleri zaman içinde önemli değişimlere sahne olmuştur. 2.Dünya Savaşı sonrası dönemde tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de arz açıkları vardı ve o yıllarda hangi maliyetlerle olursa olsun, ne üretilirse üretilsin, üretilen malların satışına elverişli bir talep açlığı bulunmaktaydı. Dolayısıyla bu arz açığı kapatılırken, sermayenin birikiminde maliyet kaygısı çok fazla dikkate alınmıyordu. Ne pahasına olursa olsun, sermeye birikiminin sağlanması yegâne amaçtı. Bu, dünya ekonomisinde 1960’ların sonuna kadar hâkim olan bir süreçtir ve gelişmiş ülkelerde olduğu kadar, gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye birikimlerini ve beraberinde sanayileşme gayretlerinin niteliğini belirlemiştir. Dünya ekonomisinin arza doyduğu 1970’lerde, eldeki üretim kapasitesi ile üretilenlerin satılabilmesi, yani yeterli talebin bulunabilmesi konusunda güçlükler baş göstermeye başlamıştır.  Bir yandan talep kısıtı ortaya çıkarken, üretimde maliyetlerin önemi, geçmişte olmadığı kadar önem arz etmeye başlamıştır. 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca sermaye birikiminin maliyetlerini düşünmeden ve elde edilen sermayenin uluslararası rekabet gücüne dikkat etmeden, Türkiye ciddi miktarda sermaye biriktirebilmiştir. İç talebin yüksek oluşu ve bu talebi yüksek tutabilmek için uygulanan gelirler politikası, bu dönemde sermaye birikiminin temel motivasyonunu oluşturmuştur. Ne yazık ki, bu şekilde yapılacak bir sermaye birikimi öncelikle yüksek bir iç talebe, ardından bu talebi finanse edecek mali kaynağa ihtiyaç duymaktadır. Maalesef o yılların uluslararası kurumsal yapısı ülkeler arasında serbest sermaye akımlarına olanak sağlamadığı için bu mali kaynaklar ya ülkelerin doğrudan borçlanmaları yoluyla, ya da ihracat gelirleri ile temin edilebilmekteydi. Türkiye’nin o yıllardaki sermaye birikiminin amacının ülkenin ihracat gelirlerini arttırmak olduğunu söylemek çok da mümkün değildir. Dünya ekonomisinin o günkü teknolojik seviyesi ve ülkelerin sahip oldukları faktör donanımındaki farklılıklar dikkate alındığında, üretim faktörlerinden emek üzerinden sağlanacak rekabetçilik, iktisat politikalarının temel unsur olmaya başladı. Bu anlayışın temel politika önerisi olarak emeğin bol olduğu ülkelerde ücretler baskılanıp, üretim maliyetlerinin düşürülmesi ve bu şekilde uluslararası piyasalarda düşük emek maliyetleri üzerinden bir rekabet gücü sağlanması amaçlanmıştır. Emeğin bol olduğu gelişmekte olan ülkelerde, emek yoğun üretim teknolojilerinin tercih edilmesiyle bu tarz rekabet avantajlarının yakalanabileceği düşünülmüştür. Türkiye 1980 sonrası dönemde sanayide güçlü bir sermaye birikimi gerçekleştirememiş, genellikle bu yılları geçmişte elde edilen sermayenin, popülerlik kazanan uluslararası rekabete belirli alanlarda re-organize edilmesiyle geçirmiştir. Ancak ekonominin bu yeni parametrelerini dikkate alan yeni birikim ve sermaye oluşum süreçleriyle bu dönemde karşılaşılmıyor. Ülkemizde 1990’lı yıllar boyunca hâkim olan ekonomik ve siyasi belirsizlik yeni sermaye birikimi süreçlerinin devreye girmesine olanak sağlamadığı gibi, mevcudun da yeniden dağıtımını gündeme getirmiştir. Özellikle “özelleştirme” adı altında devletin elinde bulundurduğu sermaye stokunun kamu ve özel sektör arasındaki yeniden dağıtımı en baskın süreçlerden biri olmuştur. Sermayenin buradaki yeniden dağıtımından amaç 1980’lerde olduğu gibi uluslararası rekabet üstünlüğü sağlamak değil, kaynakların kullanımında özel sektörün ağırlığını arttırarak, ekonomide bir bütün olarak kaynak kullanım etkinliğini gerçekleştirmektir. Ancak 1990’lı yıllarda ekonomide kamu kesiminin kaynak kullanım düzeyi düşürülememiş, böylece ortaya çıkan olumsuz makroekonomik koşullar, yukarıda ifade edilen amaçlara ulaşılmasını engellemiştir. Hatta oluşan yüksek faiz, yüksek enflasyon ve kurun etkisiyle mevcut sermaye stokunun yenilenmesinde de sıkıntılar yaşanmış, sermaye stokunun mevcut seviyelerinin korunması daha güçleşmiştir. Yatırımların büyük ölçüde ötelenmesiyle, eldeki sermaye eskimiş ve verimi düşmüştür.  Elbette bu durum uzun dönemde sürdürülebilir bir durum değildi. Dünyada giderek artan arz bolluğu, üretimde rekabetçiliğin önemini korumasına yol açan temel etmen olarak 1990’lı ve 2000’li yıllarda da etkili olmaya devam etti.  Buna ek olarak ağırlığı 2000’li yıllarda gittikçe artan teknolojik ilerlemeleri sermaye birikiminin şeklini dönüştürmeye başladı. Büyük sermaye ihtiyaçlarına gereksinim duyan işletmelerin yanında, çok küçük ölçekli, daha az sabit sermaye ihtiyacı olan teknoloji firmalarının ekonomilerde ağırlıkları artmaya başladı. Türkiye’de 1990’lı yılların sonuna doğru kamu kesiminin içine düştüğü yüksek faiz- yüksek kur ve kronik hale gelmiş yüksek enflasyonist süreç nedeniyle, sermaye birikiminde gerekli dönüşümleri gerçekleştirmeye elverişli ortam oluşturulamadı. Dahası bu süreç, 2001 yılında bizleri Türkiye iktisat tarihindeki en önemli ekonomik krizlerinden biriyle karşı karşıya bıraktı. Ekonomik olduğu kadar, siyasi sonuçları da olan bu krizden çıkış için uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı ile Türkiye ekonomisini sürdürülebilir bir büyüme patikasına sokabilmek için kamu kesimi reformu yapmak ve makroekonomik istikrarı tesis etmek istenmiştir. Ortaya çıkan makroiktisadi istikrar ve TL’nin değer kazanması, öncelikle daha önceleri ötelenen yenileme yatırımlarının yapılmasına olanak sağlamış ve bu mevcut sermaye stokunun teknolojik olarak yenilenmesine imkân vermiştir. Ekonomideki kaynak kullanım önceliklerinin büyük ölçüde kamudan özele kaydırılması ve kamunun harcamalarında altyapı yatırımlarına ağırlık verilmesi ilk etapta ekonomide verimlilik artışlarını da beraberinde getirmiştir. Özellikle 2002-2008 döneminde hızlı sermaye stoku birikiminin, yüksek büyüme oranlarına ulaşmada önemi büyük olmuştur. 2008-2009 yıllarında tüm dünyayı etkisi altına alan “sub-prime morgage” krizinden sonra ekonomide değişen öncelikler, sanayi sektöründeki net kümülatif sermaye birikimindeki artışların düşük kalmasına yol açmıştır. Bunda en belirleyici rol makro düzeyde nispi fiyatlardaki değişimin inşaat ve hizmet sektörlerinin lehinde gelişmesidir. Bunun neticesinde sermaye birikiminde önceliği, uluslararası rekabet edebilirliği kendine ölçüt olarak kabul eden sanayi yerine, tamamıyla içeriye dönük, kendine bir ölçüt olarak uluslararası rekabeti almaya gerek duymayan hizmet ve inşaat sektörleri almıştır.  Bu dönemde sermaye stoku hem sektörel düzeyde, hem de biçimsel anlamda önemli bir değişime uğramıştır. Uzun zaman boyunca devam eden ucuz borçlanma imkânları, yurtiçi talebi finanse etmede kullanılırken, sermaye birikimi sürecinde yavaşlamalar baş göstermiştir. Zamanla borçlanma imkânlarının azalması ise iç talebi yüksek tutabilmek için gerekli kaynakların da azalmasına yol açmıştır. ~*~ Bugün Türkiye ekonomisinin ihtiyaç duyduğu sermaye birikimi sürecinin niteliği ne olmalı? Kısaca, ne geçmişte olduğu gibi maliyet kısıtını görmezden gelerek üretim kapasitesi yaratmayı amaçlamalı, ne de ekonominin bütünü bakımından üretkenliği düşük faaliyetlere yönlendirilmeli.  Bunların yerine, uluslararası ekonomiyle daha çok bütünleşmiş, rekabetçiliği yüksek sermaye birikim süreçlerinin teşvik edilmesi gerekmektedir. Ancak önemini her geçen gün çok daha iyi idrak etmeye başladığımız iklim değişimi ve doğal dengenin korunması gibi konulara duyarlı, sermaye birikimi ile çevre arasında belli bir dengeyi gözeten birikim modelleri tercih edilmelidir.  Artık günümüzde sermaye birikiminin maliyeti sadece birtakım para-metrik rakamlarla ölçülebilir maliyetler değildir. Beraberinde çevresel etkileri bakımından, sermaye birikim süreçleri ekonomileri parasal olarak ölçülemeyen birtakım maliyetlerle de karşı karşıya bırakabilirler. Sermaye birikimi bakımından, artık dünyamız ne pahasına olursa olsun her şeyi üretilmeli ve bunun için üretim kapasitesi yaratmalı noktasında değil.  1980’li yıllardaki gibi sadece maliyet ve rekabetçilik motivasyonu ile üretim faktörleri ve çevre üzerine uygulanan baskılarla sağlanacak türden bir sermaye birikimini de artık geçerli görmek mümkün görünmüyor.  Bugün geldiğimiz noktada, günümüz sermaye birikimindeki öncelikler, çevreyi gözeten bir yaklaşım içinde, üretim faktörleri arasında adil bir paylaşımı amaçlayan bir sermaye birikimine işaret etmektedir.