Selahattin Demirtaş ve umuda yolculuk
Demirtaş'la uzunca bir sohbetten sonra anladım ki yargılanan o değil, bizatihi Türkiye'ymiş. Bizler farklı ama yakın mahallelerin, bir arada oynayan çocuklarıymışız. Geleceğe dair birçok hayali ve düşüncesi var, lakin biri bile sadece Kürtlere dair değil.
Ocak ayında, Selahattin Demirtaş’tan aldığım, benimle birlikte birçok kişiye yolladığı bir mektuba cevaben yazdığım ve Gazete Duvar’da yayımlanan mektubu “Mümkünse içeride değil dışarıda görüşelim Selahattin Abi” diye bitirmiştim. Nasip şimdilik içeride görüşmeyeymiş. Selahattin Demirtaş ile ilk defa, geçen pazar günü Edirne Cezaevi’nde yüz yüze görüştüm.
Yıllar önce, ekranlarda gördüğümde kaşlarımın çatıldığı, sinirlerimin gerildiği ve sanki tanımadığım diyarlardan geliyormuş gibi yabancılaştığım ve yadırgadığım biriydi Selahattin Demirtaş (bundan sonra yine Selahattin Abi). Akıp giden zamanın izinde, yaşanmışlıkların peşinde koşup da konuşmaktan çok dinlemeye, yargılamaktan çok anlamaya çalıştıkça, bize ezberletilen kimi hikâyelerin yalan, paranoyaların ise uyduruk olduklarını içim kıyılarak, büyük bir mahcubiyetle görmüştüm. Evden çıkarken duygularıma sükûnet hakimdi. Neden bilmem Haluk Levent’ten Çemberimde Gül Oya ve Edip Akbayram’dan Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz şarkılarını dinlemek geldi içimden. Umuda böyle yolculuk ettim.
Bize “öcü” olarak gösterilen, “bölücü” diye tanıtılan birinin ete kemiğe bürünmüş hali ile ilk kez karşılaşacaktım. Uzunca bir süredir bazı şeylerin farkına varmış olmama rağmen yine de nasıl hissedeceğimi merak ediyordum. Selahattin Abi’yi görüş odasında ilk gördüğümde çocukluğumdan bugüne, Kürt meselesine dair yaşadığım ve hissettiğim her şey bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Ama bizlere anlatılan ile karşımda kaya gibi duran gerçeklik hiç mi hiç örtüşmüyordu. O meşhur güzel gülüşüyle karşıladı beni Selahattin Abi. Yarım saat konuşuruz herhalde diye girdiğim küçücük odada saatlerce konuştuk. Zaman sanki durmuştu. O konuştukça kafamın içinde kurulu olan geçmişte zelzeleler oluyordu.
Hatırlar mısın Selahattin Abi, o mektupta sana hitaben “Farklı mahallelerin çocukları olsak da…” diye başlayan bir cümle kurmuştum. Farklı olanın ayrı olduğunu, ırak olduğunu dayattılar hep bize. Galiba onların en büyük yalanı, bizimse en büyük yanılsamamız buydu abi. Hem de ne yanılsama. Bizler farklı ama yakın mahallelerin, bir arada oynayan çocuklarıymışız, hepsi bu. Aramıza ördükleri duvarlara yenik düşmüşüz meğer. Nasıl bir sağırlıksa bu, karşı pencereden konuşulmasına rağmen duymamış, nasıl bir körlükse sokağın ortasında cereyan eden zulmü görmemişiz. Malum faillerin meçhule terfilerine de bilerek veya bilmeyerek böyle icazet vermişiz. En çok da bu zoruma gidiyor. Hamaset ve şovenizm eşliğinde çatılan duvarın ardında işlenen cinayetlere nasıl kayıtsız kalmış, işlemediğimiz günahlara nasıl ortak oluvermişiz biz.
“Farklılıklarımız ne kadar çok olursa olsun…” diye de devam etmiştim ya abi. Farklılıklarımız mühim elbet, kendimizi inşa ettiğimiz dev sütunlar onlar lakin her biri aynı zamanda da bizi tamamlayan yapbozun parçalarıymış. Farklılıklarımız birbirimizi tanımanın, dost olmanın, arkadaş olmanın, yoldaş olmanın anahtarlarıymış. Birbirimize gidecek yolumuz, kendimizi bulacak haritalarımızmış. Tavırlarımız, davranışlarımız, değerlerimiz ve daha birçok şey ne de çok benziyormuş… Her birimizin kendi dilinde söylediği türkülerin, klamların aynı iklimin mevsim geçişlerini kayda geçirdiğini nasıl unutmuşuz? Yaşadığım yüksek düşüşü tarif etmem zor. Dönüş yolunda ve sonrasında uzun uzun düşündüm, hâlâ da düşünüyorum. Nasıl oluyor da insanı aynadaki aksi ile ayrıştırmayı başarıyorlar. Meğer asıl ve en önce kendimizle barışmamız gerekirmiş. Yüzleşmeden barışmak ne mümkün?!…
HİÇBİR TÜRK MİLLİYETÇİSİ BENİ DEMİRTAŞ KADAR ETKİLEMEDİ
Kendi mahallemden birçok siyasi liderle ve figürle görüştüm, ama hiçbiri Demirtaş kadar sahici, samimi ve bizden biri gibi gelmedi bana. Bunun şaşkınlığı içerisindeyim. En uzak gördüğüm, meğer en yakın olabiliyormuş. Türk milliyetçisi ve muhafazakâr bir aileden geliyorum lakin söylediği onca şey arasında tek biri yok ki şerh düşüp, karşı çıkıp, Türkiye’nin menfaatlerine aykırı diyeyim. Arkadaşlar, Selahattin Abi’nin gelecek için birçok hayali var, lakin biri bile sadece Kürtlere dair değil. Türkiye’nin, yani bizim, hepimizin dahil olmadığı tek bir düşüncesi, tek bir hayali yok. Bunun ne kadar kıymetli olduğunu ve aslında ne çok şey söylediğini iyi biliyoruz biz.
Heyecanı o kadar yüksekti ki, beş yıldır dört duvar arasında olan birinden ziyade meydanlarda milyonlara seslenen bir lider gibiydi. Ona Türk bayrağına olan sevgimi anlattım konuşmanın başında uzun uzun. Ama içerden çıkarken, hangimiz daha çok seviyor Türkiye’yi ve bu halkı diye düşündürdü bana. Çocuklardan ve gençlerden bahsederken istemsizce gülüyordu gözlerinin içi. Anlamak güç. Bu adam mı bölücü yoksa onu burada rehin tutan zihniyet mi? Sanırım cevabı bir çoğumuz biliyor, bilmeyenlerimiz de yavaş yavaş öğreniyor. Bizi bu hale getirmelerine nasıl müsaade ettik?
Özeleştirilerini duyunca ise hem hicap ettim hem de hayıflandım. Hicap ettim çünkü bizim cenahtan tek bir Allah’ın kulu yok ki kendisini ve içinden geldiği zümreyi eleştirebilsin; hayıflandım çünkü bizimkilerden Kürt siyasal hareketini hiç böyle analitik eleştireni duymadım. Varsa yoksa kuru sıkı hamaset bizimkilerde.
‘Müslüman bir solcuyum’ dedi Selahattin Abi. ‘İnsanımızın inancı üzerinden bu denli istismar edilmesine, dinin zemininin bu derece kaydırılmasına üzülüyorum. İslam’ı kişisel menfaatlerine alet ediyorlar, buna dur demeliyiz. Cumhuriyet’in, belki de en büyük başarısı bu topraklara seküler bir istikamet çizmesidir. Bunun kazanımları çok şükür ki kemikleşti’ diye de ekledi.
Kürt meselesinin ötesine geçen bir Türkiye tahayyülü ve tasavvuru gördüm Selahattin Abi’de. ‘Bunu da çözeriz, çözeceğiz peki ya sonra?’ diye sordu. ‘Bu rejim gitti, Kürt meselesi ve diğer tüm sorunlar temelde çözüldü. Sonra ne yapacağız? Bunları çözünce her şey bitiyor mu? Hayır bilakis işimiz orada başlıyor. Neden çözmek istiyoruz bu sorunları? Sadece Kürtçe konuşalım veya yerel yönetimler güçlendirilsin diye mi? Bunlar elbette çok önemli ama daha da mühim olan esas meselemiz ne bizim? İnsan, insanımız elbette. Tüm bu acı ve cefaya onları düşünerek katlanıyoruz. Geri adım atmamamızın sebebi onlar. Bizler kayıp nesilleriz ama ya çocuklarımız? Onların iyi bir eğitim alabilmeleri, adil bir düzende ve özgür bir ortamda yaşayabilmeleri, sefaletten çıkıp refaha kavuşmaları ve sürekli eğlenerek üretebilmeleri için mücadelemiz bir ömür sürecek. Bu toprakların dünyaya iletecek bir mesajı var’ dedi. Bunları söylerken ki heyecanını, inancını ve adanmışlığını görmenizi isterdim.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürt meselesine dair son çıkışını ve Meral Akşener’in onu tahkim etmesini ise kıymetli ve önemli bulduğunu ifade etti. ‘Birbirimizi elbette eleştireceğiz bu gayet tabii, hatta eleştiri sert de olabilir. Yeter ki ötekileştirmesin, ayrıştırmasın ve halkın iradesine halel getirecek bir dile dönüşmesin’ dedi. Bu konuda çok hassastı Selahattin Abi, Türkiye de Türkiye dedi baştan sona.
Uzunca bir sohbetten sonra anladım ki yargılanan Demirtaş değil, bizatihi Türkiye imiş. Varlığını bir başka bedene geçerek devam ettirmek isteyen vesayet, devletin, milletin hakimiyetine geçmemesi için rehin almış Demirtaş’ı. Muhalefet bileşenleri arasında kıymetli olan her bir adıma iki adım ile karşılık verme; söylenen olumsuz şeyleri ise mümkün mertebe duymama, duyulmayacak gibi değilse de en azından olumluya evirme taraftarı Selahattin Abi. Türkiye için büyük şans. Kürtler kusura bakmasın ama biz Türkler sevdiğimiz kimselerden vazgeçmeyiz. Demirtaş artık sadece Kürtlerin değil, hepimizin.
Selahattin Abi’ye sözümüz olsun. Onu sadece halayla zılgıtla değil, horon teperek, zeybek oynayarak, bar ve Kafkas danslarıyla karşılayalım.