Loading...
Küresel dijital dünyanın dünyevi imkânları alenileştirmesi ve meşrulaştırmasıyla aslında ortak bir dünyevileşme standardı oluştu. Liberaller, Kemalistler, sosyalistler, hatta muhafazakarlar da sekülerleştiler. Elbette milliyetçilik de…Bu vaziyet tüm siyasi grupların yeni temsilcilerinde, memlekette hızla yaygınlaşan şehirleşme ile kamusal ilişkileri sahicileştirmesi, eğitimin ve tüzel iş imkânlarının yeni pek çok kamusal alan yaratması, küresel dijital dünyanın dünyevi imkânları alenileştirmesi ve meşrulaştırması ile aslında ortak bir dünyevileşme standardı yarattı. Bu durum tüm siyasi grupların yeni ve genç temsilcilerinde; idealizmin hayata aşkın ve bağlamdan kopuk umdelerindense memleketin şartlarına ve olgularına dönük realist ve pragmatik davranabilme kapasitesini ortaya çıkardı. Liberalizm özünde seküler dayanaklarla yükselen bir ideoloji olmasına rağmen toplumsal hayattan ve yerel siyasal bağlamdan kopuk bir evrensel ilkeler manzumesi olmaktan çıkıyor mesela, böylece milli bir sekülerleşme sürecine giriyor ve memleketin muhalif saflarında genç aktörlerle ve yeni çözümlerle hayata ve bağlama iniyor. Kemalistler sekülerleşiyor mesela, büyük bir rövanşla yıkılan vesayet sisteminin artık hayatın yeni şartlarına ve olgularına dönük yeniden ve daha kalıcı biçimde kurulabilmesi adına alternatif çözümler arıyor, inkılapların siyasi ve iktisadi sonuçlarını yeni bir gözle okuyor ve niteliği yüksek bir kalıcı sistemin artık halkla uzlaşarak kurulması gerektiğine inanıyor. Sosyalistler de sekülerleşiyor mesela, sosyal demokrasinin güncel tecrübi çözümlerine bakıyor, üretim ilişkilerinin yanında kültürü de önemsiyor, demokrasi içinde kalarak vadedilen sosyal adalet temasıyla halkın dezavantajlı kesimlerine daha kamucu müdahalelerle çözümler arıyor. Muhafazakârlar da sekülerleşiyor mesela, kamusal alanda işlerine yarayan şeyin sadece ileri tekniklere intibak ve onları iktibas olmadığını, zihniyet olarak onu taşıyacak bir kamusal etiğe muhtaç olduklarını görüyor; modernleşen bir muhafazakârlık süreci de hızla önümüze geliyor. Böylesi bir dönemde elbette milliyetçilik de sekülerleşiyor, bundan daha tabii ne olabilir? Sekülerleşme hayatın anbean işleyen olgularıyla ve bu olgulara karşı alınan pratik tutumla, olguları belirleyen hayata aşkın inançların ve ideallerin yer değiştirmesi süreci olarak özetlenebilir. Hayata aşkın inançların ve ideallerin olgular üzerinde önemini, işlerliğini ve meşruiyetini belirli bir mekân ve zaman içinde kaybetmesiyle, onun yerini yine belirli bir mekânda ve zamanla hayatın içindeki olguları refere eden yeni hayatın pratiklerinin ilhamını sadece hayatın tecrübesinden alması ve bu sürecin işlerlik ve meşruiyet kazanması, sekülerleşmenin en güzel tarifi olabilir. İnsanlar tepkisel biçimde sekülerleşiyor, ancak dünyevi dinamikleri belirleyen esas şeyi, yani zihniyet dediğimiz süreçleri değiştirmeye yetiyor mu? Bütün bunlar yaşanıyor, kabul ancak yine de sekülerleşmeye pür ve mutlak olumsallık yüklenemez. Sekülerleşme hayatın içindeki referanslarımızı değiştiriyor elbette ancak yaşanan olgular arasındaki dünyevi dinamikleri belirleyen esas şeyi yani zihniyet dediğimiz süreci ve onunla hayata sirayet eden binlerce tortuyu temizlemeye de yetmeyebiliyor. Bizim esas sıkıntımızın da bu durum olduğunu düşünüyorum. Dünyevileşen ideolojiler ve onların genç temsilcileri, insan-insan ve insan-eşya ilişkileri arasındaki sayısız dinamiği belirleyen zihniyetin de sekülerleşmesi gerektiğini ve hatta bu zihniyet sekülerleşse dahi yanlış dinamiklere oturuyorsa kamusal zarar doğurmaya devam edeceğini fark etmiyor olabilir. Devletin piyasa ile kurduğu ilişki mesela bu sürece en güzel örnek olabilir. Tüm siyasi ve iktisadi kaynak dağıtımını elinden tutan aşkın ve denetlenemez bir otorite, siyasi yetkiyi elde etmesi halinde sekülerleşen milliyetçilik üzerinden piyasa ile aynı sıkıntılı zihniyet dinamikleri ile ilişki kurmaya devam edebilir. Piyasa ile devletin kurduğu asimetrik ve orantısız ilişkiyi değiştirecek şeyse yalnızca milliyetçiliğin sekülerleşmesi değil; bu ilişkilerin ritmi ve içeriğiyle şekillenen olguları belirleyen maddi dinamiklerin sekülerleşmesidir. Bu süreç de öyle kolay kolay halledileceğe benzemiyor. Türkiye’de esas sekülerleşme sürecine tabi olmayan şey tam olarak budur. İnsanlar tepkisel biçimde sekülerleşiyor, ideolojiler işlevselliğini kaybederek sekülerleşiyor, gündelik hayat tarzımız sekülerleşiyor belki ancak insan-insan ve insan-eşya arası ilişkileri kuracak zeminin dinamikleri hala geleneksel tortularla işliyor. Otoriterlik meselesi yine örnek olarak verilebilir bu sürece dair. Otoriter siyasal atmosfer binlerce yıldır ve hatta meşrutiyet hareketleriyle beraber son iki asırdır aynı zihniyet dinamiklerinin önümüze getirdiği bir çıktı olarak görülebilir. Bu süreçte nice seküler aktör ve seküler iddialarla ortaya gelen, hürriyetçi ve meşveretçi onca pozitivist aydın heba olmadı mı? Otoriterleşmenin ve siyasi otoriter rejimlerin sekülerleşme ile hallolamayacak kadar esaslı kökleri var, ahalinin hayatı güven ve emniyet altına almakla alakalı otoriter yönetimden daha esaslı bir çözüme içten içe inanmayışını hangi dinsel ya da seküler iddia değiştirebilir? Bu otoriter tortunun aramızda her şeyi ve her durumu kuşatan bir hayalet gibi gezindiğini, bu hayaletin geleneksel siyaseti esir aldığı kadar sekülerleşen siyaseti esir almayacağını kim iddia edebilir? Özetle demek istediğim yegane şey; hayatın içindeki referansların sekülerleşmesi bize sadece geleneksel siyasi tecrübeye meydan okumakla ve yeni hayat tarzıyla geliyorsa, olgular arası dinamikleri belirleyen zihniyet ve o zihniyeti kuran maddi zemin doğru biçimde sekülerleşemiyorsa memlekete esaslı bir medeni yaşam vadetmeyebilir. Medeni hayatı taşıyacak kamusal etik yoksa, bu kamusal etiğin şeffaf ve denetlenebilir bir siyasi rejime evrilmesi muhtemel değilse, bu siyasi rejimin modern bir hayatı temin edecek ve sürdürecek kurallı ve kurumsal sınırlı bir devlete dönüşmesi imkân dışıysa; bu topraklarda zihniyetten bağımsız gelişen tepkisel sekülerleşme ancak temkinli iyimserlikle karşılanabilir.