Seçkinliğe karşı vandalizm vol 1: hekimler grevde

Abone Ol
Halk, sistemde kasten açık bırakılan bu boşluğu fark etmişti. Bir savcının odasına girip onu tehdit ettiğinde başına gelecekleri bilen kıymetli halkımız, bir hekimin ağzını burnunu kırmaktan çekinmiyordu. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte geleneksel kurumların modern kurumlara dönüştürülmesinde tıbbiye, mülkiye ve harbiye önemli bir yer tutar. Bu meslek gruplarının erken dönemde modern kurumlara dönüşmesi, Kıta Avrupası ve geniş anlamda Batı ile rekabet edebilmemizin de önünü açmış sayılabilir. Bu durum, bu meslek gruplarını sadece birer meslek grubu olarak tanımamızın da ötesinde tarihsel bağlamıyla beraber özel bir yere de taşıdı. Zira tarihsel süreçte imparatorluktan cumhuriyete geçiş süreci, monarşiden önce meşruti monarşiye, akabinde demokrasiye doğru yolculuğumuzu yine önemli ölçüde tıbbiye, mülkiye ve harbiye eliyle gerçekleştirdik. İttihat Terakki Cemiyeti’nin monarşiden meşrutiyete geçişte nasıl bir rol üstlendiğinden uzun uzadıya söz etmeye gerek yok. Ancak bu cemiyet içindeki tıbbiyelilerin rolünden bahsetmeden geçemeyeceğim. Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nazım Bey, Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sûkuti, Dr. Mehmet Reşit ve Dr. Hikmet Emin… Bu isimlerin hepsi tıbbiye mezunu isimler. Jön Türklük hareketine katılmış, akabinde İTC hareketinin kuruluşuna öncülük etmiş, memleket sevdalısı deli fişekler. Kimisi istibdat düzenine muhalefetten sürgün edilmiş, kimisi İzmir Suikastı davasında idam edilmiş, kimisi yıllarca cefa çekmiş. Ama en önemlisi geleneksel devlet modelinden modern devlet modeline geçişte hemen hepsi önemli roller üstlenmiş, bürokratlık yapmış öncü isimler. Sadece devletin modernleşmesinde değil; toplumun modernleşmesinde ilerlemeci- pozitivist anlamda değişim sosyolojisini zorlamış, belki de hızlandırmış hatta yer yer cebri dönüşümlere imza atmış isimler. Bütün bu sürecin sonucunda Türk modernleşme serüveninin hem kurucu aktörleri hem de bu serüvenin ortaya çıkardığı sorunların müsebbibi isimler. Bu tarihsel serüvenin yarattığı değişimin toplumun talepleri, arzuları, heyecanları ve değerleriyle paralel gitmediği elbette aşikâr bir gerçek olarak duruyor. Dolayısıyla geleneksel toplumla kurucu cumhuriyet aktörleri arasındaki bu ayrışmanın tıpkı bürokrasi ile halk, subay ile halk arasında düşük yoğunluklu bir gerilim yaratması gibi tıbbiye ile halk arasında da benzer bir gerilim yarattığını söyleyebiliriz. Bütün bu çatışma sürecinin, geleneksel toplumda yenileşmeye adapte olamayacak maddi yetersizliğe bağlı tabii bir mecburiyetten ibaret olduğunu söyleyen aydınlar kadar, bu mecburiyetlerin otoriter bir siyasi tahakküme evrilmesinin bir tercih olduğunu söyleyenler de elbette var. Benim amacım bu gerilimin sebepleriyle birlikte bugünün sonuçlarını masaya yatırmak, o yüzden diğer tartışmaları şimdilik bir yana bırakacağım. Tıbbiye özelinde hekimlerin kurucu kadroda devletin modernleşmesinde ve daha da önemlisi ve zoru, halkın topyekûn modernleşmesinde özetle büyük etkileri oldu. Bu modernleşme öncülüğünün başat rolünü taşıyan; dünyayı tanıyan, iyi eğitimli, dil bilen, uluslararası aktörlerde karşılığı olan hekimler tabii olarak hem iktisadi hem de kültürel bileşenleriyle ve nihayet gerek alt yapısal gerek de üst yapısal sınıf olarak da halk ile ayrışıyordu. Cumhuriyet sonrası bu ayrışma iktisadi ve kültürel bir gelenek olarak devam etti. Hekimlerin hem yüksek maddi gelir elde etmeleriyle hem de halkın normatif değerlerinden daha ayrıksı bir yerde konumlanmalarıyla bu süreç devam etti. Bu durum halk tepkisinin tıpkı rütbeli askerlere, üst düzey bürokratlara yönelmesi gibi hekimlere de yönelmesini kamçıladı.
Hekimler, tıpkı subaylar ve bürokratlar gibi iktisat temelli kültürel ayrışmanın yani hibrit bir sınıf modelinin öncüleriydi. Böyle bir vaziyet tabii olarak halkla aralarının açılması demekti.
Bu tıpkı Frankfurt ekolü Post Marksistlerin iddia ettiği şeye tekabül ediyordu. Hekimler, tıpkı subaylar ve bürokratlar gibi iktisat temelli kültürel ayrışmanın yani hibrit bir sınıf modelinin öncüleriydi. Böyle bir vaziyet tabii olarak geleneksel halk ile aralarının açılması demekti. Böylelikle tıbbiye, mülkiye ve harbiyeden müteşekkil seçkin bir zümre hem kurucu cumhuriyetin modern dünyaya karşı rekabette elindeki kozu olabiliyor hem de içeride kurucu merkezin inşa rolünü üstleniyordu. Bu merkezin seçkinliği bir kast sistemine dayanmıyordu, geçişkendi. Soydan ve atadan da gelmiyordu. Onun kendi modern devleti taşıyacak bu merkezi, eğitim, liyakat ve görgüye dayanıyordu. Böylelikle hem merkez yüksek kalitesini koruyor hem de toplumu bu medeni nosyonları edinerek devlete ortak olmaya davet ediyordu. Bu çemberleri aşabilen geleneksel toplum ancak yetiştirdiği subay, bürokrat ve hekimlerini merkezin aktörü yapabiliyordu. Bu kurucu cumhuriyetin dışlayıcılıktan ziyade kısıtlayıcılığıydı. İktidar bu iktisadi ve kültürel olarak gelişen hibrit karakterde seçkin sınıfları 20 yıllık serüvende hep karşısına aldı. Bu zümre ile geleneksel toplum arasındaki mesafeyi kültürel bir ahlaki çatışmaya, dini semboller üzerinden bir gerilime indirgedi. Bununla da yetinmedi kültürel olanın arka planındaki iktisadi ayrışmayı görmüş olacak ki bu zümrelerin maddi gelirlerini de azalttı. Böylelikle iktisadi ve kültürel kodlardan oluşmuş bu hibrit zümrenin seçkinliği çökertilebilirdi. Bugün bu kültürel ahlaki üstünlükten neşet eden, gerçek millet aslında biziz diyen ve karşısına milletin üvey evlatları olarak kurguladığı tüm seçkin meslek zümrelerini alarak otoriter popülist siyaset yapma tercihini kullanan iktidar, dün sivil-liberal-özgürlükçü biçimde siyaset yaparken de temel enstrümanı aslında popülist siyasetti. Bu anlamda çok şey değişmedi. POPÜLİST SAĞLIK POLİTİKALARI SEÇKİNLERİ TASVİYE ETMEYİ HEDEFLİYORDU Recep Akdağ, döneminde ilk işaretlerini “sağlıkta dönüşüm” politikasıyla gördüğümüz çoğunluğun taleplerinin sağlık sistemini belirlemesi meselesi aslında bunun çok ötesinde bir anlamı da içinde barındırıyordu. Bu popülist sağlık politikaları, halkın taleplerini sağlık sistemine taşımaktan çok daha öte, diğer tüm alanlarda olduğu gibi, kurucu cumhuriyetin seçkinliğe dayalı kolonlarından olan hekimlik ile kavga etmeyi ve hatta bu seçkin geleneği tasfiye etmeyi temel hedef haline getirdi. Sürecin sonunda halk desteğiyle beraber yeni sağlık sistemi, liyakatli, görgülü, kariyerli ve kazancı yüksek hekimleri hem kazançlarından hem sosyal itibarlarından etti. Bundan tüm hekimler dalga dalga etkilendi. Sadece bununla da kalmadı, hekime şiddet vakaları günden güne artarken kanun ve mevzuatın, hekimlerin bu itibarsızlıkla birlikte şiddete maruz kalma meselesini çözemediği de görüldü. Halk, sistemdeki kasten açık bırakılan bu boşluğu fark etmişti. Bir savcının odasına girip onu tehdit ettiğinde başına gelecekleri bilen kıymetli halkımız, bir hekimin ağzını burnunu kırmakta hatta onu yaralamaktan ve öldürmekten endişe duymuyordu. Halk, siyasetin de göz yumduğu kurucu değerlerle hesaplaşmayı bir bakıma işin ucu kaçınca vulger bir vandallık haline getirmişti. Zaten siyaseten gelenekle hesaplaşmak yolu halk eliyle icra edilirse ortaya bu denli bir vahşet çıkacağı belki de tahmin ediliyordu, siyaset de bunu sevdi ve pasif biçimde destekledi. Bir ülke düşünün ki vandallaşmış örgütlü cehaletini, popülist siyaset ve kalabalık üzerinden yetişmiş insanını ezmek için harcıyor. Distopya değil bir gerçek. Maalesef hekimler artık grev yapıyor, yurt dışına çıkıyor, mesleği bırakıyor. Geride kalan hikâye bu... Bugün tüm bu hesaplaşmanın yarattığı öfke bir nebze geride kalmış gözüküyor, potansiyeller boşalmış, öç alınacak kurucu değer neredeyse kalmamış sayılabilir. Modernleşme hikâyemizde önemli rolü olan askeriye, mülkiye ve tıbbiye dünya ile yarışacak, yüzümüzü ak edecek kadrolara sahipken bunu hoyratça harcayabilen, kendimizce terbiye ettiğimizi sandığımız bu mesleklere tekrar fazlasıyla ihtiyacımız olduğu günlerdeyiz. Koronavirüs, belki hekimlerimizin zor koşullar altında hala dünyada itibarlı işler yaptığını, bizi dünyaya entegre eden nadir alanlardan biri olduğunu, her şeyden önemlisi hekimlerimizin herkes evlerinde kalmak durumundayken, tüm sosyal ve ticari alan durmuşken, canlarını tehlikeye atarak mücadele ettiğini bizlere hatırlatır. Herkes öfkesini boşalttıysa, alınacak rövanşları aldıysa, insanlar cezaevlerine sürgünlere gönderildiyse, haksız hukuksuz eylemlere maruz kaldıysa ve bu durum tüm siyasi gruplara ve seçkin mesleklere yeterince zarar verdiyse lütfen artık normalleşebilir miyiz?