Seçim sonuçları ve dış politika: Başarısızlıkta stratejisizliğin rolü

Abone Ol
Muhalefetin dış politikadaki vizyoner olmayan ketum tutumu, seçim yarışına dezavantajlı taraf olarak girmesine yol açtığı gibi iktidarın dış politikadaki gel-gitlerini ve zikzaklarını açık bir şekilde ortaya koyma noktasında elindeki kozları oynayamamasını beraberinde getirdi. Seçimlerle ilgili muhalefetin en önemli eksikliklerinden biri de dış politikaya ilişkin herhangi bir şey söylemeyen seçim kampanyasıydı. Bunun da ötesinde, farklı alanlar üzerinde yoğun bir mesai ortaya koyan Altılı Masa’nın mutabakat metninde dış politikaya ilişkin tatmin edici olmaktan uzak pasajlar ve bunun seçim kampanyasına yansımaları, kanımca sorunun kökenini oluşturmaktadır. Kampanya sürecinde dış politikaya ilişkin net bir şey söylenmediği gibi sanki bundan ısrarla kaçınıldığı yönünde bir izlenim de yaratıldı. Kendileriyle iletişimde olduğum yabancı analistlerin ve akademisyenlerin en fazla sorduğu soru, muhalefetin dış politikaya ilişkin ne söylediğiydi. Bu sorulara belirttiğim neden yüzünden ancak sınırlı yanıtlar verebildik. Aylarca ekonomi, hukuk ve siyaset alanında son derece detaylı bir vizyon ortaya koyan muhalefetin dış politika alanına ilişkin bir şey söylememesini her kesimden insan yadırgıyordu. Varsayımlar üzerinden gittiğimizde birkaç nedene ulaşabilirdik:
  1. Dış politikaya ilişkin muhalefet partileri içerisinde diğer alanlardaki gibi bir mutabakat oluşamamış, bu nedenle partiler, AB ile ilişkilerin güçlendirilmesi hariç detaylı bir dış politika vizyonu ortaya koymamanın uygun olacağını düşünmüşlerdi.
  2. İktidar dış politikada “iyi bir performans” algısına sahip olduğundan bu alana ilişkin söylenebilecek her şey muhalefetin elini zayıflatacak, iktidarın elini güçlendirmeye hizmet edecekti.
  3. Seçimlerde aleyhine kullanılacağını düşündüğünden dış politikaya ilişkin vizyonunun kamuoyuna açıklanmasını istemiyordu.
Halbuki Erdoğan’ın baştan beri iddialı olduğu ve içeride seçmen karşısındaki en önemli kozu, “Güçlü Türkiye” mottosunda tezahür eden dış politikaydı. 2002 sonrası dış politika vizyonu her ne kadar kendi kendini yadsıyan zikzak ve keskin manevraları içeriyor olsa da bölgesel gelişmelere bağlı olduğu ittifaklardan azade, özerk bir dış politik yöneliminden yoksun, 80 yıldan fazla bir süredir içe kapanmış bir Cumhuriyetle karşılaştırıldığında birçokları için bir güç hissi yaratmış ayrıca Türkiye’nin AKP döneminde büyük bir atılım gerçekleştirdiği algısını oluşturmuştu. Haksızlık etmemek lazım, daha önceki süreçlerde iç gelişmelerden vakit bulup başını kaldırdığında devlet PKK, Kıbrıs, Yunanistan’la karasuları gerginliği ve Orta Asya Türki Cumhuriyetlere ilişkin bir takım atraksiyonlarda bulunsa da bunlardan ilk ikisi, bütünüyle ülkenin güvenliğinin dayattığı zorunlu bir ilgiden öteye gitmiyor, Türkiye’ye alan kazandırmıyordu. Türki Cumhuriyetlere yönelik ilgi ise bir taraftan bazı İslami cemaatlere havale edilmiş görüntüsü verirken öte yandan Türkiye’nin bağ(ım)lı bulunduğu Batı ittifakı adına vekâleten yürütülen ilişkiler görünümü vermekteydi. Anlaşılan o ki “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tamamen yanlış anlaşılmış, bir anlamda pasifizmi meşrulaştıran bir vecize muamelesi görmüştü. AKP döneminde ise ne ekonomi politikaları ne dış politika ne de ideolojik formasyon anlamında bir tutarlılık aramak beyhude bir çabaysa da bu tutarsızlığı aynı zamanda devletin deneyim eksikliği nedeniyle direksiyona geçmiş yeni siyasal aktörün el yordamıyla yön bulma çabası olarak da okumak mümkündü.
Her ne ye mal olursa olsun bu dış politik “vizyon” Erdoğan’a içerde de ciddi bir manevra alanı sağladı ve politikaların algı üzerinden yürütülmesinde ciddi bir rol oynadı.
Dış politikada 2003-2007 arası belirsizlik ve bekle gör politikası, 2011’e kadar sıfır sorun politikası, 2011-2016 arası nüfuz alanını genişletmeye yönelik “yayılmacı” dış politika, 2016 sonraki dönemde IŞİD ve YPG tehdidine karşı askeri operasyonların diplomasinin yerini aldığı süreç… 2021’e kadar devam eden bu sürecin arkasından yeniden sıfır sorun politikalarına dönüş.. Bu politikaların tamamı birbirini inkâr eden politikalar olmasına rağmen aralarındaki müşterek nokta tamamında pasifizmin reddedildiği, aktif bir dış politika vizyonu olmasıydı. Bir çeşit alt emperyalist rolüne soyunmaya çalışıldığı yeni süreçte proaktif dış politika, bütün olumsuzluklara ve komedi sayılabilecek bir takım güç gösterilerine rağmen aynı zamanda içeride güçlenen bir hükümet, uluslararası arenada da ilgi odağı haline gelen bir ülke hâline getirdi. Öte yandan Suriye’deki gelişmelerin iktidarın temenni ettiğinin aksine sonuçlanmasıyla birlikte izlenilmeye başlanan her zamankinden daha güvenlikçi politikalar, aynı politikaların sahibi olan aktörlere göre “terör”ün yarattığı “tehdit”lerin daha erken tespit edilmesini, ulusal ekonominin güçlenmesini beraberinde getiren bir süreci beraberinde getirmişti… Ancak güvenlikçi politikaların savunucuları, böyle bir rolün elbette mülteci akını, devlet altı aktörlerin ortaya çıkışı ve terör sorununun yanı sıra ekonomi, siyaset, insan hakları vb. gibi alanlarda müthiş alt üst oluşları da beraberinde getirdiği ve artıları kadar eksilerinin de olduğunu görmekten ısrarla kaçınıyorlardı. Ancak içerde olduğu gibi dışarıda da pragmatizmin sınırlarını zorlayan ve oportünizmin kıyılarında dolaşan politikalarda bir bütünlük olmaması, Erdoğan hükümetlerini sekteye uğratan ciddi bir ayak bağı olmadı. Unutmamalı ki politik nüfuz aynı zamanda ekonomik nüfuz demektir. İçeride ekonomik süreçleri, özellikle 2017 sonrası süreçte son derece kötü yürüten iktidar, Rusya, Çin ve Körfez ülkeleriyle kurduğu ilişkileri sayesinde kısmi ve geçici de olsa rahatlamaya yol açacak sıcak para akışını sağladı, bu da kendisini seçimlerde kurtaran bir faktör oldu. Öte yandan yayılmacı politikaların Türkiye’ye neye mal olduğunu, ülkede ne kadar bir ekonomik kayba yol açtığını buna ilişkin bir istatistik olmadığı için bilemiyoruz. Her ne ye mal olursa olsun bu dış politik “vizyon” Erdoğan’a içerde de ciddi bir manevra alanı sağladı ve politikaların algı üzerinden yürütülmesinde ciddi bir rol oynadı. İşin teorik yanına gelirsek, her ne kadar iç ve dış kavramları, farklı alanlara hitap eden politikaları anlamlandırma noktasında bir başlangıç noktası olarak işlevsel olsa da içeride otoriter ve baskıcı bir siyasal yapının dışarda da benzer bir süreç yürüteceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. İç ve dış politikayı, belirgin sınırlar üzerindeki mutlak bir karşıtlıktan çok bir ilişki ve ortak bir alan paylaşımı olarak anlamaya çalışmak belki bazı şeyleri daha rahat anlamamızı sağlayabilir.
Elbette AKP’nin yayılmacı dış politikası noktasında onunla yarışabilecek bir söylem geliştirme ya da kampanya yürütülmesinden söz etmiyoruz. Proaktif olma için mutlaka yayılmacı ve müdahaleci olmak gerekmiyor.
Ayrıca güvenlik ve “tehdit” meseleleri de iç politikayla dış politika arasındaki ayrımların flulaştığı alanlardır. İç de olsa dış da olsa politika, sonuç itibarıyla iktidarın eylemlerine ilişkindir. Bu yüzden aynı zamanda bir performans meselesi olan bu politikalar, karşılıklı bir etkileşimin nesnesi olması hasebiyle de ortak zemin ve müşterek noktalar bulmakta zorlanmazlar. Öte yandan tutum, açıklama, uzun vadeli hedefler, karar alma süreçleri, rutin eylemler ve aktörlerin birbirlerine yanıtları bakımından da iç ve dış politikalar birbirlerinin uzantılarıdır ve ciddi ölçüde birbirlerini etkilerler. Konjonktür de uygunsa özellikle popülist politikaların revaçta olduğu şu anki dünyamızda dış politika her zaman iç politikadan daha belirleyici bir konumdadır. Bu yüzden muhalefetin dış politikadaki vizyoner olmayan ketum tutumu, seçim yarışına dezavantajlı taraf olarak girmesine yol açtığı gibi iktidarın dış politikadaki git gellerini ve zikzaklarını açık bir şekilde ortaya koyma noktasında elindeki kozları oynayamamasını beraberinde getirdi. Elbette AKP’nin yayılmacı dış politikası noktasında onunla yarışabilecek bir söylem geliştirme ya da kampanya yürütülmesinden söz etmiyoruz. Proaktif olma için mutlaka yayılmacı ve müdahaleci olmak gerekmiyor. Barışçı bir proaktif dış politika vizyonu da mümkün. Bunun mümkün olduğunun en büyük kanıtı, bizzat AKP’nin ilk yıllarında teorileştirdiği ve bu alanda birçok şeyin iyi gittiği sıfır sorun politikalarıdır.