Kendisinden önce dile getiren olmuş mudur bilmiyorum ama Türkiye’de ulusal para biriminin anlamlı değer kaybı (sabit döviz kuru rejimi dönemlerinde devalüasyon adını verdiğimiz) yaşadığı dönemlerin ardından hem ekonomik hem de siyasi paradigmada anlamlı değişiklikler olduğu iddiası genelde ömrü uzun olsun Yalçın Küçük hocaya dayandırılır. Hakikaten de 1947, 1958, 1970, 1980, 1994 ve 2000-2001 yıllarında Türk Lirası’nda yaşanan ani ve yüksek değer kayıpları ciddi ölçüde kimi zaman siyasi, kimi zaman ekonomik kimi zamanda hem siyasi hem ekonomik değişimler yaratmıştır.
Türk Lirası’nda 2018 yazında yaşanan değer kaybı tabii ki 2019 yerel seçimlerine etki eden yegâne faktör değildi belki, ama seçim sonuçlarında bir etkisi olduğu yadsınamaz. 2021 sonbahar-kış aylarında yaşadığımız ve döviz kuru bağlamında bir şekilde dizginlense de ekonomik etkilerini hâlâ yaşadığımız çalkantının ise önümüzdeki hafta gerçekleşecek seçimlerde siyasi etkisinin ne olduğunu hep birlikte göreceğiz.
Her ne kadar değişimin ayak seslerini duyuyor ve hissediyor olsak da seçim sonuçlarının ne olacağını şu an için öngörebilmek mümkün değil. Ancak, seçim sonuçlarına göre iktidarda bir değişim olmazsa ekonomik anlamda zaten biz iktisatçılara pek bir söz düşmeyeceği, bizden herhangi bir öneri istenmeyeceği oldukça açık. O nedenle değişim olmama ihtimalini bir kenara bırakıp, siyasi değişim gerçekleştiğinde yeni iktidarın ne tür bir ekonomik model benimsemesi gerektiğini tartışmak daha anlamlı olacaktır.
Cumhuriyet tarihinde yaşadığımız en ciddi iktisadi kriz olan 2001 ekonomik krizinin ardından benimsenen ekonomik model, iktisat öğrenciliği yıllarımdan bu yana düzenli takip ettiğim ve görüşlerine büyük ölçüde katıldığım iktisatçılarca yüksek faiz/düşük kur politikası olarak adlandırılıyor ve eleştiriliyordu. Uluslararası ekonomik konjonktür, Türkiye ekonomisinin sunduğu yüksek faiz ve dönemin iktidarının kimi siyasi reformları (!) ve uluslararası ilişkileri sonucunda ülkeye giren uluslararası sermayenin de etkisiyle Türk Lirası’nın hem reel hem de nominal olarak değerli seyrettiği yaklaşık 15 yıllık bir dönem yaşadık.
Ekonomimizin kapsamlı bir paradigma değişikliğine muhtaç olduğu açık ve mevcut iktidar tarafından hedef olarak ortaya konan bu değişim de esasen uzun vadede Türkiye ekonomisinin sağlıklı bir büyüme patikasına oturması ve orta gelir tuzağından kurtulabilmesi için elzem.
Bu dönemde bir iki istisnai yıl dışında görece yüksek ve düzenli ekonomik büyümenin de etkisiyle Türkiye’de anlamlı bir zenginleşme yaşandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Öte yandan bu zenginleşmenin suni şekilde değerli bir Türk Lirası nedeniyle gerçekte olduğundan daha fazla hissedildiği de oldukça açıktır. 2008 global finansal kriz esnasında her ne kadar tökezlese de sonrasında gelişmiş ülke merkez bankalarının tarihte görülmemiş ölçüde genişleyici para politikalarının etkisiyle Türkiye’nin de dahil olduğu gelişmekte olan ülkeler kendilerini yine tarihte belki de görülmemiş bir para bolluğunda buldular.
Ancak, ithal ürünlerin olması gerekenden çok daha ucuz olduğu ve cari açık yaratmadan ekonomik büyüme sağlanılamayan bu modelin sürdürülebilir olmadığı ve bir sonu olduğu açıktı. Önce pandemi döneminde, sonrasında ise ortaya çıkan enflasyonist dönemde gelişmiş ülke politika faizlerinde gerçekleşmeye başlayan artışların sonunda uluslararası konjonktür de bu model aleyhine çalışmaya başladı.
Öte yandan anti-demokratik gelişmelere paralel olarak uluslararası sermayeye bağımlı bu model Türkiye’de siyaseten de politika yapıcı tarafından cazip görülmemeye başladı. Öyle ki, belki de bu modelden vazgeçişin arkasında ekonomik saiklerden ziyade siyasi saiklerin olduğunu söylemek dahi abartılı olmayacaktır.
Ekonomi politikasında ihtiyacımız olan değişim ne 2001 krizi sonrası olanın çok ötesinde sahte bir zenginlik yaşadığımız döneme dönüşle, ne de iktidarın bir süredir plansız programsız amiyane tabirle alap şalap yöntemlerle ve liyakatsiz yöneticilerle yapmaya çalıştığı bir şekilde gerçekleştirilebilir
Bu modelden vazgeçme sürecinde ismi konusunda ekonomik politikası yönetimince kafa karışıklığı olduğu açık olan, Yeni Ekonomi Modeli, Çin modeli, Türkiye Ekonomi Modeli vs. adlarıyla karşımıza çıkan yeni model ise bir önceki yüksek faiz, düşük kur modelinin bir nevi tam tersi olma iddiasındaydı: Düşük faiz, yüksek kur modeli.
Gerçi ortada model adını verebileceğimiz, liyakat sahibi kişilerce dizayn edilmiş, anlamlı şekilde birbirine bağlı, planlı ve programlı bir politikalar bütünü göremiyoruz ama yine de çeşitli bürokrat, bakan ve en başta cumhurbaşkanının kimi konuşmalarından anladığımız kadarıyla uluslararası sermayeye bağımlılığı azaltılmış ve cari fazla vererek büyüyen bir ekonomi ile düşük faiz ile ekonomik büyümeyi destekleyen bir politikalar bütününün arzu edildiği söylenebilir.Gerçekten de ekonomimizin kapsamlı bir paradigma değişikliğine muhtaç olduğu açık ve mevcut iktidar tarafından hedef olarak ortaya konan bu değişim de esasen uzun vadede Türkiye ekonomisinin sağlıklı bir büyüme patikasına oturması ve orta gelir tuzağından kurtulabilmesi için elzem. Ancak mevcut iktidarın bu iktisadi kadro, iktisat politikası ve siyasi anlayış ile bu modeli başarıyla kurabilme ve gerçekleştirebilme şansı olmadığı da apaçık ortada.
Ekonomi politikasında ihtiyacımız olan değişim ne 2001 krizi sonrası olanın çok ötesinde sahte bir zenginlik yaşadığımız döneme dönüşle, ne de iktidarın bir süredir plansız programsız amiyane tabirle alap şalap yöntemlerle ve liyakatsiz yöneticilerle yapmaya çalıştığı bir şekilde gerçekleştirilebilir. Türkiye ekonomisi bir noktada cari fazla vererek büyüyebilen bir ekonomi hâline gelebilir, ama bunun için siyasetiyle, bürokrasisiyle, kurumlarıyla, beşerî ve fiziki sermayesiyle, sendika, işçi, memur ve işvereniyle beraber, şeffaf, demokratik ve planlı bir kalkınma anlayışını toplumun geniş kesimleriyle birlikte kurabilmek gerekiyor. Bütün bunları yapabilmek için de gerekli liyakatli iktisatçılarımız, uzmanlarımız, bürokratlarımız ve akademisyenlerimiz mevcut. Bu kişi ve kurumları harekete geçirmek ise yeni iktidarın en temel görevlerinden biri olacak.