“Tasarrufunda olan bir şey hakkında herkesin istediği gibi karar verebileceğini söylediğimizde, söz konusu iktidarın sadece failin gücüyle değil, ayrıca maruz kalanın yatkınlığıyla da tanımlanması gerekir.”
Spinoza
Aslında bütün tartışma, bir ittifak kurma girişiminin başarılamaması, her aktörün sonuca çok aldırmadan kendi çıkarlarını maksimize etmesinden çıktığı anlaşılıyor. Daha çok hikâye dinleyeceğiz, öyle oldu, şöyle oldu, bana öyle demediler, aslında diye başlayan kimi doğru, kimi yanlış kimi uydurma bir yığın bahane… 14-28 Mayıs seçim sürecinden bahsediyorum. Büyük bir uzlaşma olarak kamuoyuna sunulan, siyasal tarihimizin en büyük ortak siyasal hareketlerinden birinin asıl meseleyi “kazanmayı” nasıl ihmal eden, unutan bir çekişme, hırs ve birçok küçük hesapla heba olduğunu her geçen gün daha çok anlıyoruz. Anlaşılan bir diğer şey, bir türlü sıkı bir öz eleştirinin, muhasebenin ve hesap verme sürecinin neden yapılamadığı… Yapılırsa daha da beter bir manzara açığa çıkabilir, seçmenin şu anda öfke, kızgınlıkla, kırgınlıkla tariflediği birçok duygusu, tam bir küskünlüğe, bu kadar da olmaz ki dedirten daha tabandan bir tepkiye dönüşebilir. Sessizlik, geçiştirme, karşılıklı suçlamaların ulaştığı seviye de buna yol açmak üzere, ancak “demek daha neler yaşandı” dedirten bir sürece kimse girmek istemiyor anlaşılan. Altılı Masa’nın her aktörünün ayrı bir hesabı olması elbette doğaldı, ama bu hesapların bu kadar eğreti, bu kadar sonuçtan, varılmak istenen hedeften, kazanmaktan uzak yapılması ortaya çıkan sonucun aslında hiç de şaşırtıcı olmadığını gösteriyor. Kimileri kestirmeden “iyi ki kazanmadık” baksana şu olacakmış, bu olacakmış demeye de başladı. Yaşananlara yönelik, özellikle sadece seçimi değil, kazanmayı arzu ettikleri ya da ellerindekini daha çok kaybettiklerini düşünenlerin sesi daha çok çıkıyor. Milletvekillerini alıp bir dönem de olsa Meclis’te varlığını garantileyenler mutlu. Ancak yerel seçimlerde test edilecek “taban varlıkları” ve açığa çıkacak oy oranları nedeniyle bu partiler tedirgin. İki-üç belediye veya %1 ile parlamentoda 15 milletvekili ile temsil ediliyor olmak, elbette izaha daha çok muhtaç olacak… Mevcut siyasal ortamın, iktidarın ve Cumhurbaşkanın özellikle çaba harcamadan çok işine gelecek biçimde oluştuğu görülüyor. İYİ Parti’nin ısrarla her ilde kendi adaylarımızı çıkaracağız demesi, bunu kutuplaştırmanın siyasal partileri ittifaklara sürükleyerek kendi kimlik ve tabanlarıyla buluşmasını engellediği, büyümelerinin önüne set çektiği tezine dayandırılması, haklı ama bir o kadar da sonuçları açısından zamansız bir hamle olarak görülebilir. Muhalefetin özellikle Büyükşehirler de adına ne derlerse desinler ittifak veya “yeni işbirliği modelleri” geliştirmeden, il il, ilçe ilçe bu işbirliği modellerinin nasıl oluşacağı üzerine kafa yormadan girecekleri seçimlerden ağır bir yenilgi ile çıkacaklarını öngörmek için kâhin ya da siyasal bilimci olmaya gerek yok. Üstelik iktidarın iki büyük bileşeni AK Parti ve MHP 81 ilde ortak aday ve işbirliği içinde harekete edeceklerini açıklamışken. Basit bir stratejileri var, riskli yerde ortak aday, riskli olmayan yerde gerekirse rekabet, birbirine karşı da aday çıkarabilecekleri bir zemin oluşturmaya çalışıyorlar. İktidardakiler birlikte işbirliği komisyonları oluştururken, muhalefet tamamen ayrışmış ve “belki de biz kazanırız” nobranlığı için de adeta her yerde ayrı ayrı aday çıkarırlarsa kazanabileceklermiş gibi bir demeç yarışına girmiş görünüyorlar. Seçim yaklaşırken bu meydan okumaların, siyasetin gerçekleri karşısında yenilmesi, itidal ve sağduyunun hâkim olabileceği yolundaki beklentilerin de gittikçe sertleşen dil/söylem ile bir umutsuzluğa evrilmesi olası. Hepimiz şunun yine kavranmasını bekliyoruz: 31 Mart seçimlerinin aynı 14-28 Mayıs seçimleri kadar kritik ve Türkiye’nin otoriterleşme sürecinde hayati bir seçim olduğunun, özellikle Büyükşehirlerde oluşan yaşam tarzı ve özgürlük adalarında nefes alan kitlelerin bu adaları da kaybettikleri zaman çok daha büyük bir öfke, boşluk ve cendere içine sürüklenecekleri kaygısını taşıyan milyonlarca seçmen olduğu… Bu gerçekliğin, seçmeni “stratejik oy” kullanmak zorunda bırakmak için yapay bir argüman gibi sunulduğunu ileri sürenler var. Hatta Türkiye’nin böyle bir süreçte olmadığını iddia eden, otoriterleşmenin yansımalarının abartıldığını ileri süren bir kesim de var. Bu kişiler Türkiye’de “Cumhurbaşkanlığı Hükümeti sistemi” diye adlandırılan, 14-28 Mayıs’ta adeta tasdiklenen yeni rejimin yasama, yürütme, yargı arasındaki kuvvetler ayrılığı dengesini, tek adam rejimi çerçevesine indirgediğini, bırakın yargı kararlarını, Anayasa Mahkemesi kararlarının bile keyfi olarak uygulanmadığı bir ülkeye dönüştüğümüzü görmezden geliyor.Muhalefetin tembelliği, kişisel hırs ve beklentileri bırakıp, Türkiye’nin kentlerinin demokratik bir yerel yönetimi hak etiğini göstermesinin zamanıdır. Bunun nasıl gerçekleştireceğine hızla kafa yorulmalıdır.Yerel seçim tartışmasının, aday, adayların vaatleri ve partilerin yerel seçim, kent vizyonlarını çok aşan, ülkenin kutuplaştırmayla içine sürüklendiği otoriterleşme sarmalına dur demenin de bir platformu olduğu gerçeği çok yabana atılmamalıdır. Kutuplaştırmanın iktidarın, özellikle Cumhurbaşkanının uzun yıllardır kurmaya çalıştığı politik oyunu beslediği, siyah-beyaz ayrışmasının içinde “benden ya da benden olmayan” yaklaşımının farklı renkleri yok ettiği gerçekliğini aşmanın yolunun, dayanışmayı terk etmek, işbirliğini sona erdirmek olmadığını muhalefet anlamak zorundadır. Geliştirdiği masa modelinin işlemediğini görenler, yeni işbirliği modelleri geliştirmek, buna kafa yormak, birlikte kendi renklerini/gücünü/tabanını koruyarak yeni stratejiler oluşturmak yerine, herkesin seçimlere ayrı ayrı girmesinin bir çözüm olduğu yanılgısına kapılmıştır. Bu büyük bir yanılgıdır. Gerçekleşirse bedeli çok ağır olacaktır. Siyasetin matematik kaldırmadığı gerçeğini veri alarak denklem kurmanın, il il, ilçe ilçe, mahalle mahalle belli olan oy oranlarının gözümüze soktuğu somut seçim sonuçları karşısında yenilmeye mahkûm olduğunu da unutmamalıyız. Türkiye genelinde resim, oy oranları netken hayal dünyasında gezinmemeliyiz. Muhalefetin tembelliği, kişisel hırs ve beklentileri bırakıp, Türkiye’nin kentlerinin demokratik bir yerel yönetimi hak etiğini göstermesinin zamanıdır. Bunun nasıl gerçekleştireceğine hızla kafa yorulmalıdır. Her gün ayrışmak yerine ortaklaşmanın, kendi renkleriyle de ama birlikte var olmanın yolları bulunmalıdır. Gereksiz tartışmaları gömmeli, birbirini yıpratmanın kazananı olmadığı anlaşılmalıdır. Seçimi “haklı olanlar” değil, bir biçimde oyları almayı başaranlar kazanacaklar.
Söylemin yeniden nereleri kaybedebiliriz değil, kazandığımız yerlere yeni yerleri nasıl ekleriz üzerinden kurulmasına ihtiyaç var. Küskünlük, yılgınlık, öfke sanılanın çok üzerinde. Birbirine düşmüş, sürekli kavga görüntüsü bunu daha da büyütüyor.Kimsenin yaşam tarzı, eşitlik endişeleri taşımadan, merkezi hükümete ve hatta otoriterleşmeye rağmen, yurttaşların kendi karar/tercihlerini yaşayabilecekleri birer huzur ve özgürlük adasını kurmaya, tekrar yaşatmaya hazır olunduğu gösterilmelidir. Söylemin yeniden nereleri kaybedebiliriz değil, kazandığımız yerlere yeni yerleri nasıl ekleriz üzerinden kurulmasına ihtiyaç var. Küskünlük, yılgınlık, öfke sanılanın çok üzerinde. Birbirine düşmüş, sürekli kavga görüntüsü bunu daha da büyütüyor. Bu ortamda halkın oyunu almak, iktidarın devasa gücüne rağmen, kendinizin nasıl bir alternatif olabileceğinizi göstermeniz ve güven vermeniz de çok güç. Mutlu sonla bitmeyen muhalefetin ittifak hikayesinin, ciddi bir revizyona ya da yeniden yazılmasına ihtiyaç var. Ve bunun yolu 81 ilde 30 Büyükşehirde, 1000’nin üzerinde belde ve ilçede yalnız yürümekten geçmiyor.