Seçim ekonomisi seçim kazandırır mı?

Abone Ol
Siyasi iktidar seçimi kazanmak için seçim ekonomisini sonuna kadar kullanıyor. Peki bu seçimi kazandırır mı? Prof. Dr. Ensar Yılmaz bu sorunun cevabını yazdı.

Loading...

Türkiye’de yaklaşık 3-4 ay sonra ülke için ve hatta benzer birçok ülke için de ileriye dönük sonuçları olan önemli bir seçim gerçekleşecek.  Uzun bir süredir dünya genelinde sağ popülizm veya otoriter kapitalizm diye nitelendirilen politik bir ortam içindeyiz. Fakat son 2-3 yıl içinde bu türden politik iktidarlar ülkelerinin karşılaştığı iktisadi refah ve demokratikleşme problemleri ile birlikte iktidarlarını kaybetmeye başladılar (Şili, Arjantin, Kolombiya, Brezilya, Bolivya gibi). Türkiye’deki seçim de bunlardan biri olabilir mi? Mevcut iktidar cumhuriyet tarihinin görmediği düzeyde izlediği seçim ekonomisi stratejisi ile tekrardan iktidar olmayı başarabilir mi?  Bu yazım ülkede izlenen seçim ekonomisinin olası politik sonuçları üzerinedir. Politik konjonktür teorisi bize siyasi parti ve seçmen davranışların analizi için önemli yaklaşımlar sunar. Ben de lisansüstü derslerimde zaman zaman bu yaklaşımlardan bahsederim. Bu yaklaşımların önemli oranda İtalyan iktisatçılar tarafından geliştirilen bir literatür olması tesadüf değildir. Çünkü yaklaşık 20-30 yıldır sürekli koalisyonlarla yönetilen İtalya’da politikacı, parti ve seçmen davranışları incelemeyi hak eder bir niteliktedir. Türkiye bu türden bir tecrübeye sahip olmasa da, kurumsal yapısının zayıflığı siyasi partilere geniş bir politik alan açar ve bunun da her seçimde önemli refah ve demokratik sonuçları olur. Bu yüzden, her seçim sonuçları aslında ciddi bir iktisadi analizi gerektirir. Fakat maalesef bu türden gelişkin bir literatüre sahip değiliz. Bu yazıyı yazarken de bunu bir kez fark ettim, bu alan daha çok siyaset bilimcilerin analizleri ile sınırlı kalmış durumdadır. İktisadi refah farklı politik tercihler altında farklılaşır. Bu anlamda, her iktisadi refah dengesi politik bir dengeye karşılık gelir. Yani iktisadi refah özü itibariyle politik bir içeriğe sahiptir. Politik rekabetin düzeyi ve içeriği de iktisat politikalarının düzey ve niteliğini etkiler. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu politik rekabet düzeyi de yoğun bir seçim ekonomisi uygulamasına sahne olmaktadır. Türkiye tarihinde bu kadar yoğun bir seçim ekonomi stratejisi izlenmedi. Aslında AKP’nin kendisi de 20 yıllık iktidarı boyunca bu kadar yoğun bir seçim ekonomisi izlemedi. Bunun en önemli sebebi de uzun süreden beri ilk defa mevcut iktidarın seçimleri kaybetme ihtimalinin çok artmış olmasıdır. İktidar politik avantaj sağlamak için daha önce kamusal alanda yapmayacağını ilan ettiği ve ülkeye ihanet diye tanımladığı çok sayıda politikayı uygulamaya koymuş durumdadır.
2016 yılından itibaren gelir dağılımındaki bozulma tekrardan alt gelir gruplarının aleyhine dönmeye başladı. Fakat özellikle düşük faiz politikasının başladığı 2021 yılından itibaren, eşitsizliğin niteliği sadece gelirle de sınırlı kalmadı.
Mayıs 2023 seçimi iktidar ve muhalefetin politik tercihlerindeki derin ayrımlardan dolayı ülke için ileriye dönük önemli düzeyde farklı refah patikaları yaratma potansiyeli taşımaktadır. Tabii her seçim bir sonrasını etkileme anlamında önemlidir fakat bu seçim kümülatif olarak biriken politik ve iktisadi sorunların sürdürülebilirliğine dönük kritik bir eşiği temsil ediyor. İnsanların politik tercihleri çok boyutludur. Komplekslik düzeyleri, tutarlılık problemleri, değer yüklü olmaları ve refah tanımının muğlaklığı açısından dolayı çok boyutludurlar ve bu yüzden de kolayca belirli parametrelere indirgenmeleri oldukça zor tercihlerdir. Fakat muğlak da olsa bireylerin genel refah tanımı içinde iktisadi refahın önemli bir yer tuttuğu çok açık. Türkiye’de seçmen tercihlerini büyük oranda belirleyecek faktörleri şöyle sınıflandırabiliriz: (i) politik nedenler (ii) değişim korkusu (iii) klientalist bağlılık ve (iv) iktisadi nedenler. Politik nedenler diye nitelendirdiğim oy verme davranışı daha çok sosyal, dinsel, mezhepsel ve etnik temel üzerinde şekillenen nedenlerdir. Bunlara göre hareket edenler daha ideolojik davranan bir seçmen grubudur. Bu seçmen grubunun politik eğilimlerinde diğer değişimlerin (iktisadi kriz gibi) etkisi daha sınırlıdır. Türkiye’nin temel politik fay hatlarını da belirleyen bu eğilimler her seçimde etkisini değişen oranlarda gösterir. Oy verme davranışını etkileyen diğer bir neden, 20 yıllık bir iktidarın yerine test edilmeyen bir muhalefete dönük değişim korkusudur. Bu eğilimde olanların sert bir ideolojik bağlılıkları yoktur. Daha çok “bildiğim şeytan bilmediğim melekten daha iyidir” diye düşünenlerdir. İnsanların bu statüko eğilimi aslında sadece politik alanla da sınırlı değildir, bunu hayatın birçok alanında görebiliriz; insanlar çoğu zaman alışkanlıkları ile hareket eder. Klientalist nedenlerle oy davranışı da diğer bir eğilimi temsil eder. Uzun bir süredir nispeten daha küçük ama görünürlüğü gitgide artan hükümete yakın şirketler, bürokraside geniş imkanlar bulan, devletle veya belediyelerle iş yapan bir kesimin varlığından bahsedebiliriz. Fakat buna rağmen bu insanların politik etki alanları sınırlıdır. Burada kritik önemde olan grup iktidarla simbiyotik ilişki içinde olan medya patronlarıdır. Bu ilişki doğrultusunda temel işlevleri kamusal aklı yönlendirme ve memnuniyet yaratmaktır. Mevcut medya bu anlamda her sorunu merkezi olmaktan çıkartıp bunu kişiselleştiren bir işleve sahiptir, bu da daha yaygın politik itirazları hafifletmektedir. Bu yanıyla, sürekli bir şekilde yoksulluğun (veya başka bir problemin) kısmi ve sınırlı olduğu düşüncesi işlenmektedir.  Bu tür bir zihinsel mühendisliğin seçimler üzerinde belirli bir etkisi olacaktır. Oy verme tercihinde iktisadi nedenlerin hem diğer nedenlere göre hem de diğer seçimlere göre önümüzdeki seçimlerin en etkili unsuru olacağını düşünüyorum. Bunun da en önemli sebebi 2022 yılında ve devamında cumhuriyet tarihinin en önemli iktisadi refah kayıplarının oluşmasıdır. Bu düzeyde bir refah kaybı ilk üç nedeni de (politik, değişim korkusu ve klientalist) etkileme potansiyeline sahip. Politik tercihlerin farklı ittifaklar içinde benzer ideolojik partilere daha fazla kaymalarına (ikame etkisi); değişim korkusunun daha kötü ne olabilir düşüncesine evrilmesine; ve klientalist ilişkileri olanların iktisadi refahın kötüleşmesi ile olası bir iktidar değişiminden dolayı yavaşça pozisyon değiştirmelerine (bunu özellikle son dönemde medyada muhalefete daha fazla alan açılmasında da görüyoruz) neden olabilir. Bu yüzden, iktisadi nedenlerin seçmen davranışları üzerindeki etki alanı oldukça yaygındır. İktidar bu etkiden çekindiği için kapsamı ve düzeyi şu ana kadarki en büyük seçim ekonomisi stratejisi izlemektedir. Aşağıda daha detaylı anlatacağım bu politikaların yanında, iktidarın negatif iktisadi etkileri baskılamak için de kimlik politikalarına da başvuracağı da çok açık. Ülkede iktisadi problemler ve eşitsizlikler arttığında, yani iktisadi gelişmeler yaygın bir kesimin aleyhine döndüğünde, etnik ve dinsel sorunlar daha fazla işlenir.  Böylece seçmenlerin kendi refahlarının aleyhine pozisyon almaları amaçlanır.
Asgari ücretin bu kadar öne çıkmasının en önemli sebebi, özünde iktidarın kontrol ettiği bir regülasyon ücreti olmasıdır. Ortalama ücret veya medyan ücret daha çok ekonomideki gelişmelerin sonucu iken asgari ücret hükümetin büyük oranda söz sahibi olduğu bir ücrettir.
SEÇİM EKONOMİSİ İktidar seçime giderken oldukça yoğun bir şekilde seçim ekonomisi stratejisi izlemekte. Bu stratejinin önemli bileşenleri kısaca: asgari ücret artışı, 3600 katsayı uygulaması, TOKİ konut edindirme politikası, emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) sorunun çözülmesi,  geçici sözleşmede olanların kadroya aktarılması, vergi/ceza yapılandırması, ucuz krediler ve çok sayıda transfer ödemeleri gibi. Şimdi bu uygulamaların politik etki alanlarına kısaca bakalım. (i)  Asgari ücretin yükseltilmesi iktidara bir avantaj sunar mı? Her şeyden önce son yıllarda asgari ücret toplumuna dönüştüğümüzü belirterek başlayalım. Yani uzun süredir kapsamı genişleyen (ücretli çalışanların yaklaşık %50’sinden fazlası), ortalama ücrete göre yükselen (ortalama ücretin yaklaşık %70’i düzeyinde) ve ortalama ücretten daha hızlı artan bir ücretten bahsediyoruz. Ücretli çalışanların yaklaşık yarısını etkileyen bir ücretin artıyor olması başlangıçta pozitif karşılanacak bir durum gibi gözükebilir. Fakat asgari ücretin bu kadar öne çıkması aslında ülkede genel refahın hangi yönde değiştiğini göstermesi açısından önemlidir.  2016 yılından itibaren hızlı bir şekilde artırılan bir asgari ücretten bahsediyoruz. Bu dönem aynı zamanda AKP iktidarında gelir dağılımının tekrardan bozulmaya başladığı dönemdir.   AKP iktidarında 2016 yılına kadar gelir dağılımında göreli olarak bir iyileşme söz konusudur. Bu gelişmede izlenen transfer politikalarının, büyümenin “nasiplenme etkisi”nin (trickle down) ve başlangıç eşitsizlik düzeyinin yüksek olmasının (baz etkisi) önemli etkisi oldu. Fakat 2016 yılından itibaren gelir dağılımındaki bozulma tekrardan alt gelir gruplarının aleyhine dönmeye başladı. Bunu Gini katsayısındaki artıştan da görebiliyoruz. Fakat özellikle düşük faiz politikasının başladığı 2021 yılından itibaren, eşitsizliğin niteliği sadece gelirle de sınırlı kalmadı, çok kısa sürede ve çok hızlı bir şekilde servete de yayıldı (özellikle varlık fiyatlarındaki artışlardan dolayı). 2016 yılından beri asgari ücretin ortalama ücretten daha hızlı artıyor olması bu anlamıyla tesadüf değildir. Bunun en önemli sebebi büyümenin niteliği ve son dönemde hızlı yükselen enflasyondur. Türkiye’nin bu dönemde (2016-2022) ortalama büyüme oranı %4-5 civarındadır. Bu, düşük bir oran değil fakat nitelik olarak kısa dönem kaygıları içeren, talep kaynaklı, sürdürülebilir ve eşitlikçi olmayan bir büyümedir. Bu tür bir büyüme gelir dağılımı üzerinde iki türlü etkide bulundu. Birincisi, sermaye ve emek gelirlerini ayrıştırdı, bu durum emeğin gelirden aldığı paydaki sert düşüşten de görülebilir, yani ortalama bir emekçinin geliri düştü. İkincisi, bu durum iktidarın asgari ücreti bir aktif politik enstrümana dönüştürmesine neden oldu.  İktidar düşen ortalama ücret kaybını asgari ücreti yukarı çekerek gidermeye çalıştı. Yani asgari ücretin bu kadar öne çıkmasının en önemli sebebi, özünde iktidarın kontrol ettiği bir regülasyon ücreti olmasıdır. Ortalama ücret veya medyan ücret daha çok ekonomideki gelişmelerin sonucu iken asgari ücret hükümetin büyük oranda söz sahibi olduğu bir ücrettir.
Mevcut iktisadi gelişmeler, bu yanıyla, onları yaşamsal bir tehdit altında tutuyor. Fakat bu insanlar politik anlamda kendi içinde bir sınıf iken kendisi için bir sınıf gibi davranmıyorlar. Yani emekçiler ama emekçi gibi politik tercihte bulunmuyorlar.
İktidarın asgari ücreti enflasyon karşısında koruma çabası genel yoksulluğu belirli bir düzeyde tutma çabasından kaynaklanıyor. Yani ekonominin mevcut dinamikleri yoksulluğu tabana yayarken iktidar bunu asgari ücretle belli bir seviyede tutmayı amaçlıyor. Böylece orta gelir grubu, alt gelir grubuna doğru kayarken orta sınıfın hem gelirden aldığı pay hem de toplam nüfus içindeki payı azalıyor. Asgari ücret ile ilgili diğer bir kritik konu, asgari ücretin nasıl bir refah sunduğu ile ilgilidir. Bu da diğer bazı kurumların referans ücretlerine bakılarak anlaşılabilir. İTO ve DİSK’in yoksulluk ve geçim ücretlerine bakıldığında dahi bu ücretin oldukça düşük olduğu görülür. Dahası, asgari ücretli kesimin en önemli kalemi olan gıda enflasyonu karşısında dahi korunmadığını da belirtmek gerekir. 2022 yılı sonu itibariyle asgari ücret artışı yaklaşık %95 iken, gıda enflasyonu yıl boyunca %100’ün üstüne çıktı. Bu da ciddi bir reel refah kaybı hissi yarattı. Çünkü ücret artışları enflasyonun etkisini ancak gecikmeli telafi edebilir. Bu yüzden, seçimlere kadar fiyatların yükselmeye devam etmesi (enflasyonun hızı azalsa da) ücretleri aşındıracaktır. Burada şunu da söylemek gerekir, fiyat artışı çoğu zaman gelir artışından bağımsız algılanır, yani ücretler ve enflasyon aynı oranda yükselse bile fiyat artışı daha fazla hissedilir çünkü fiyatlar insanların gözlerinin önünde ve sürekli hareket halindedir, oysa ücretlerin değişim periyodu daha uzundur. Bu durum refleks olarak tüketimin daha fazla kısılmasına ve refah kaybı hissinin daha fazla hissedilmesine neden olur. Burada asıl soru, asgari ücretlilerin bu gelişmeleri politik olarak nasıl algılayacağıdır. Bunu iktidarın bir iyi niyeti mi yoksa onları asgari yaşam koşulları sınırında tutması olarak mı algılayacaklar? Asgari ücretlilerin önemli bir kısmı kent yoksullarıdır, yani niteliği düşük işlerde çalışan emekçilerdir. Asgari ücret düşüklüğüne karşı kurdukları dayanışma biçimleri (evde birden fazla ücretli olması) ve önemli oranda kendi memleketleri ile kurdukları ağlar üzerinde geçimlerini sağlarlar (gıda tedariki gibi). Fakat iktisadi sorun yaygın bir hâl alınca bu dayanışma biçimlerinin de zora girdiği çok açık. Mevcut iktisadi gelişmeler, bu yanıyla, onları yaşamsal bir tehdit altında tutuyor. Fakat bu insanlar politik anlamda kendi içinde bir sınıf iken kendisi için bir sınıf gibi davranmıyorlar. Yani emekçiler ama emekçi gibi politik tercihte bulunmuyorlar. Fakat çok sert ideolojik angajmanlarının da olduğunu düşünmüyorum. İktisadi refah kaybını hem kendi hayatlarında hem de toplum genelinde gözlemliyorlar. Bu yüzden, bir önceki politik tercihlerinde belirli bir oranda bir değişikliğe gideceklerini tahmin ediyorum. Diğer yandan, reel gelirleri asgari ücrete yaklaşan daha büyük bir kesimin ise mevcut iktisadi gelişmelere pozitif bir anlam yüklemeyeceği de çok açıktır. Ülkede ücret düzeyi ile politik tercih arasında bir ilişki olduğunu gözlemliyorum (buna dönük akademik çalışmalar var mı bilmiyorum gerçi). Ücret yükseldikçe AKP-dışı seküler partilere oy oranı da daha fazla yükseliyor. Seçime giderken, bu anlamda, yüksek ücretlilerin (ortalama ücretin oldukça üstünde ücret alanlar) AKP-dışı tercihlerinde bir değişim olmaz. Fakat ortalama ücrete yakın veya biraz üstünde ücret alanların politik tercihlerinin daha homojen dağıldığını varsayarsak iktisadi gelişmelerin bunu iktidarın aleyhine çevirdiğini söylemek abartılı olmaz. (ii) İktidarın seçim ekonomisi stratejisinin diğer bir kararı da memurların emekli olduktan sonra alacakları aylıkları ve emekli ikramiyeleri iyileştiren ek gösterge değişikliğine dönük oldu. Bu da yaklaşık 5 milyon memuru etkiliyor. Doğrusu bunun seçmen üzerindeki etkisini tam olarak öngöremiyorum. Fakat genel iktisadi atmosfer içinde memurların reel ücretlerinin düştüğünü ve ek gösterge iyileştirmelerinin de ileriye dönük olacağını düşündüğümüzde, bunun şimdiki kötü ile gelecekteki iyi olan arasında bir karşılaştırma içerdiği düşünülebilir. İnsanların bu tür durumlarda bugünkü refahlarına daha fazla odaklı olduklarını ve buna göre tercihte bulunduklarını biliyoruz. Dahası, eğer iktisadi atmosfer bu şekilde devam ederse (yüksek enflasyon) yarın alacakları (emekli ücretleri) da önemli bir refah artışına neden olmaz. Çünkü gelecekteki getirinin önemi bugünün iktisadi koşullara ve bunların nasıl gelişeceğine dair beklentilere bağlıdır. Benzer şekilde, memurların nispeten daha eğitimli bir grup olmaları bunun kendilerine dönük bir refah tercihinden çok bir seçim ikramı olduğunu bilmelerini sağlayacak niteliktedir. Bu anlamda, elde edilen hakkın da seçim sonrası değiştirilemeyecek olması da iktidarın kim olduğunu önemsiz hale getirmektedir. Yani iktidarın bugün gerçekleştirdiği şeylerin ileriye dönük bir vaat içermemesinden dolayı bunun gelecekteki politik tercihlere katkısı oldukça şüphelidir. (iii) İktidarın seçime giderken çalışanların refahını etkileyecek diğer bir karar da kamuda çalışan sözleşmelilerin kadrolu yapılması oldu. Bu karar da yaklaşık 500 bine yakın insanı ilgilendirmektedir. Bu insanların önemli bir kısmı mevcut iktidar döneminde işe alındı. Bu durumun da onların iktidar lehine politik tercihlerinin oluşmasına katkısını olduğunu varsayarsak, önceki seçimlere kıyasla iktidar lehine ilave bir seçmen etkisi sınırlı olacaktır çünkü daha önce de aynı eğilimi gösteriyorlardı. (iv) TOKİ ile başlatılan konut edindirme politikası seçim ekonomisi kararları içinde orta gelirli insanların refahını etkileyecek en önemli politikadır. Sosyal konut projesine yaklaşık 5 milyona yakın insan başvurdu. Bu düzeyde yüksek bir başvuru aslında uzun süredir devam eden ev sahipliğindeki düşüsün, mülksüzleşmenin ve orta sınıfın zayıflamasının da göstergelerinden biridir. Bu projenin insanların politik tercihleri üzerinde etkili olmasının koşullarına bakalım. Her şeyden önce ev talebinin büyüklüğü yanında projenin 5 yıl içinde vaat ettiği konut sayısı 500 binle sınırlıdır. Dahası ödeme koşulları düşünüldüğünde özellikle orta gelir ve altındaki insanlar için ciddi sorunlar olduğu çok açık. Bu yüzden politik etki alanı sınırlıdır. Konut tesliminin önemli oranda seçim sonrasına kalması iktidar için politik anlamda bir avantaj olarak görülebilir. Bu durum, iktidarın devam etmesi durumunda evlerin teslim edileceği iması taşır. Fakat aslında tam da bu durum muhalefete geniş bir manevra alanı sunar. Çünkü muhalefet bu projenin hem sayı olarak genişletebileceğini hem de ödemeleri daha makul sınırlara çekebileceğini ilan edebilir. Nitekim bu “ortak politikalar mutabakat metni” ile ilan edildi. Tek yapması gereken bunu daha fazla ve ikna edici bir şekilde ifade etmektir. Bu da iktidarın bu projeden beklediği politik desteği tersine çevirebilir çünkü insanlar peşin ödemesiz, taksitleri makul ve çok daha fazla insanın faydalanabileceği bir alternatifin olabileceğini görmüş olurlar. (v) İktidarın son büyük seçim hamlesi emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) konusunda geldi. Kökleri 1992’de dönemin Başbakanı S. Demirel ile başlayan bir problem 2022 yılında mevcut iktidarın seçim öncesi hamlesi ile çözüm yoluna girdi. 1999 yılından beri örgütlü bir şekilde haksızlığa uğradığını düşünen EYT’liler geç de olsa amaçlarına ulaştılar. Bu hakkın verilmesi iktidara bir avantaj sağladı mı, kritik soru bu. Bu kararın etkilediği düşünülen insan sayısı ilk aşamada 2,3 milyon civarında iken, zamanla dahil olanların da eklenmesi ile birlikte 5-6 milyona yakın insanın bundan etkileneceği tahmin ediliyor. EYT’liler bunun yıllarca süren bekleme ve mücadelenin ardından iktidarın seçimlerde kaybetme olasılığının arttığı bir dönemde gelmesini nasıl karşılayacak? Bence bu kararın politik etki alanı üç faktörle ilişkili. Bunlardan biri, emeklilik hakkı kazanmak seçim sonrasına dair bir vaat değildir, elde edildi ve bitti. Bu anlamda seçimlere etkisi sınırlıdır. İkincisi, yıllarca ret edilen bu hakkın yarattığı yıpranma etkisi ve bunun seçim öncesine getirilmesinin negatif psikolojik etkisi. Sonuncu olarak da bir tür ek ödeme gibi düşünülebilecek bu uygulamanın yüksek enflasyon döneminde gelmesidir, bu da ciddi bir refah artış etkisi yaratmayacaktır. Bu yüzden, EYT’nin politik etki alanının sınırlı olacağını düşünüyorum. (vi) Borç ve vergi yapılandırma kararı da yaygınlık anlamında önemli bir seçim ekonomisi kararıdır. İktidar kendi döneminde farklı isimler altında buna benzer çok sayıda karar aldı. Bu yüzden de, insanlar bu tür uygulamalara alıştılar ve neredeyse iktidardan bağımsız otomatik bir uygulama gibi görmeye başladılar. Dahası, bu tür yapılandırmalarda ödemelerin sınırlı kalması da aslında iktisadi gelişmelerin daha belirleyici olduğunu gösteriyor.  Genel refah atmosferi büyük oranda ödemelerin düzeyini belirliyor. Benzer şekilde, seçimlere giderken açılan KOBİ kredileri de bu kapsamda görülmelidir. Bu uygulamalar ancak daha bir genel sosyal ve iktisadi refah bağlamında anlam kazanıyor. Bu yüzden, bu uygulamaların politik etkisini öngörmek zor. (vii) Son olarak, en önemli ve en büyük seçim ekonomisi stratejisi elbette “düşük faiz politikası”dır. Bu politika da aslında bugünkü seçim stratejisini doğuran en önemli faktördür. Düşük faiz politikası daha fazla seçim ekonomisi, yani iktidarı daha fazla harcamaya yönelten bir seçim stratejisine zorladı.  Yani irrasyonel faiz politikası sadece ekonomide yarattığı tahribatla sınırlı kalmadı, seçim kazanmak için akla hayale gelmeyen her şeyi seçim masasına sürülmesine neden oldu. Yaratılan tahribat daha fazla kamu harcaması ile telafi edilmeye çalışılıyor. Geçen süre içinde irrasyonel faiz politikasının özünde sermayeye hizmet ettiğini tecrübe ettik, bunu da büyük şirketlerin ve bankaların yüksek karlarında görmek mümkün. Faiz politikası AKP’nin büyük oranda sermaye ile kurduğu indirekt bağı temsil eder. Özünde sermayeyi yaşat ki işçi yaşasın politikasıdır. Fakat gelinen noktada küçük ve orta sermayenin de oluşan makro istikrasızlık ortamından pek memnun olmadığını düşünüyorum.  Fakat yine de bu seçimlerde yaygın ve yoğun bir istikrarsızlık ortamında ucuz kredinin cazibesine göre mi, yoksa geleceğe dair daha varoluşsal bir refleksle mi karar vereceklerini göreceğiz. KRİZ ORTAMI VE SEÇİMLER Türkiye ekonomisi 2018 yılından itibaren genel bir sosyal refah krizi içindedir. Bu durum kendini dönem dönem daha sert fiyat hareketleri şeklinde (yüksek döviz kuru artışları, enflasyon gibi) göstermektedir.  2023 Mayıs seçimlerine yaklaşık %4-5 civarında bir büyüme ve yaklaşık %50 civarında bir enflasyon düzeyi ile girilecektir. Yani nispeten orta düzey bir büyüme ile yüksek enflasyonla seçime girilecektir. Yapılan birçok çalışma, dünya genelinde iktidarın oy oranı ile bir yıl önceki büyüme oranı arasında yüksek bir pozitif ilişki bulurken,  enflasyonla da güçlü bir negatif ilişki olduğunu göstermektedir. Bu açıdan, Türkiye’deki bu iki değişkenin farklı sinyaller verdiği söylenebilir. Yani büyümenin oylar üzerinde pozitif, enflasyonun da negatif etkide bulunacağı bir durumla karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Fakat daha önce de ifade ettiğim gibi büyümenin niteliği halkın çoğunluğunun lehine bir büyüme değildir. Enflasyon içinde yoksullaştıran bir büyümeden bahsediyoruz. Bu yüzden, mevcut büyümenin niteliği sadece makro istikrarı sürdürülebilir kılması açısından önemlidir, genel bir refah yaratmak açısından değil. Kısaca “kötü” bir büyüme ve yüksek bir enflasyonla seçime gidiyoruz. Bileşik etkisinin de politik anlamda negatif olacağını tahmin ediyorum. Dünya genelinde ekonomik krizlerin seçmen oy davranışları üzerinde etkili olduğunu gösteren çok sayıda çalışma söz konusudur. Bunu Türkiye’de de görmek mümkün. 1990’lı yılların parçalı politik yapısının büyük oranda başarısız iktisat politikalarının ve genel kriz atmosferinin bir sonucu olduğunu biliyoruz. 2001 krizi dönemin tüm siyasi partilerini parlamento dışı bıraktı, bugünkü iktidar o krizin bir sonucudur. 2009 krizi sonrasında iktidardaki AKP’nin oyları (yerel seçimlerde) 8 puan kadar düştü (%38 civarında oy aldı). 2015 Haziran seçimlerinde AKP, 2002 yılında beri ilk defa tek başına iktidar olamadı (%41 düzeyinde oy aldı). Bunda da 2013 yılından itibaren girilen iktisadi duraklamanın çok etkisi olduğu açık.  2019 yılında büyük şehir belediyelerin muhalefet tarafından kazanılmasının da 2018 yılında başlayan kriz atmosferinde gerçekleştiğini unutmayalım. 2019 Yerel Seçimleri’nde muhalefet neredeyse tüm büyük şehirleri kazandı. 2022 yılında yoğun olarak yaşamaya başladığımız krizin de 2023 için politik bir karşılığı olacağını öngörmek zor değil. SONUÇ Seçimlere doğru giderken seçmenlerin mevcut sorunlara yavaşça adapte olmalarından dolayı, 2022 yılında krizin en tepesindeki duruma göre politik tepkilerinin daha ılıman olması beklenebilir. Fakat mevcut sorunlar, genel refah kayıpları devam etmektedir. Bu yüzden, yukarıda saydığım gerekçelerin önemli oranda etkilerini sürdüreceğini bekliyorum. Fakat tüm bunlara rağmen AKP’nin anketlerde oy oranlarının %30’un altına inmemesinde 20 yıllık politik istikrarın ideolojik aygıtlarının çok etkisi olduğunu düşünüyorum. İktisadi kriz bu zihinsel ablukayı hafifletmektedir. Normal koşullarda, yani ekonomik koşulların daha durağan olduğu dönemlerde, insanların farklı politik tercihleri ve beklentileri doğal olarak ekonomiye dair algılarını farklılaştırır. Fakat hayatlarını direkt etkileyen işsizliğin ve enflasyonun olduğu bir dönemde izlenen politikalar konusunda algıların birbirine yakınlaşması beklenir. Genel refah kaybı insanlar arasında yoksullaşma algısını yakınlaştırır. Kriz döneminde refahlarını nispi anlamda koruyan veya iyileştirenlerin de politik tercihleri büyük oranda muhalefete daha yakın ve seküler bir kesimdir. Bu yanıyla, AKP’nin zengin ettikleri büyük oranda kendi seçmeni değil iken yoksullaştırdıkları büyük oranda kendi seçmenidir. Bu yüzden, seçimleri büyük oranda yoksullaşanlar belirleyecektir. İktidarın önündeki en önemli engelin vaat vermedeki problemidir. Bunun da iki önemli nedeni olduğunu düşünüyorum, birincisi mevcut iktisadi ortamın bunu inandırıcı olmaktan çıkarması, ikincisi vaat vermek yerine seçim ekonomisi araçları ile bugün yapmak durumunda kalmasıdır. Bu anlamıyla, iktidarın elinde kalanlar sadece geçmişte yaptıkları köprü ve yollarla sınırlıdır. Çünkü eğitim ve sağlık gibi alanlarda da ciddi anlamda kötüleşme söz konusudur. Bu tür hizmetlerin de geçmişi yoktur, bugünü vardır. Tabii burada muhalefetin de seçmenlere nasıl bir gelecek sunacağı kritik önemdedir. Muhalefetin mutabakat metni bunun için bir başlangıç olarak görülebilir.