“En kötü barışın en iyi savaştan daha iyi” olduğu önermesi ne kadar doğrudur? Barış çok kötüyse ona artık barış diyebilir miyiz? Böyle bir barışın savaştan farkı nedir? Genel olarak tarihçi veya hususi anlamda savaş tarihçisi değilim. Ancak hukuk mesleğini -ve ondan daha çok felsefeyi- biraz olsun bilen biri olarak bu hafta bu konu üzerine yazmak istedim. Eğer tarihçilerin alanına giren bir hususta ahkâm kesme hatasına düşersem affola. Dolayısıyla amacım tarihin alanına giren belirli olumlu veya olumsuz yargılamalara başvurmadan dünya tarihi, savaşın felsefesi ve savaşın psikolojisi alanlarındaki kendi küçük fikirlerimi paylaşmak ve bu konudaki yansıtmalarımı göstermek. Biraz etraftan dolaşıp hükme varabilmek. Savaş, yıllardır üstüne düşündüğüm bir konu. Hatta kimi zaman kendi felsefi uzmanlık alanıma giren meselelerden uzaklaşıp bu konularda yazıp çizmek ve bir genellemeye varmak gibi sözde yüce iddiaları bile düşünmüşümdür. Çünkü savaş da hayatımızdaki pek çok şey gibi dikotomiler, paradokslar ve açmazlarla dolu. Barış da bu anlamda farklı değil. Twitter’da “en kötü barışın en iyi savaştan daha iyi” olduğu şeklinde bir ifade okumuştum. Bu ne kadar doğrudur mesela? Barış çok kötüyse ona artık barış diyebilir miyiz? Mesela Türkiye’de Kürt meselesi şu ana kadar “çözüme” ulaşmamıştır. Kürtler ve Türkler arasında bir barıştan bahsedilebilir mi? Eğer bahsedilemezse Türkiye Cumhuriyeti ordusu ve Kürt bağımsızlıkçıları arasındaki savaş, gerçek bir savaştır. O halde bu, terimin tam anlamıyla “barış” değildir. Ancak tersine bir barış olarak kabul edilirse ne kadar barıştır? İnsanların daha fazla zulme uğradığı da gerçektir, o halde bu barışın sürdürülebilir olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü kötü bir barışın olması için barışın olması gerekir ki onu niteleyebilelim. Ama aynı zamanda topyekûn bir savaşı seçmek ile -şayet bu bir barışsa- bu kötü barışı sürdürmek arasında etik bir ikileme de düşmek mümkündür. Tabii ki bu illa ki bir topyekûn savaşın olumlanması anlamına gelmez. Bence savaş ve barış kavramları yanlış anlaşılıyor. O yüzden basit bir ayrımla başlayalım. Atatürk’ün güzel bir sözü vardır ki katılmamak elde değildir; “Harp zaruri ve hayati olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Lâkin millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir". Bu durumda haklı savaş nedir? HAKLI SAVAŞ Uluslararası hukukta Roma hukukundan alınan bir deyim vardır; casus belli. Casus Latince sebep, belli ise savaş demektir. ‘Savaş sebebi’ diye tercüme edilmektedir. Ulus-devletlerin henüz şafağının sökmediği çağlarda bile savaş sebepleri için meşruiyet aranmaktaydı. Modern hukuk anlayışının, modern yaşam biçiminin olmadığı çağlarda bile savaş arzulanan bir şey değildi ve olması için ciddi sebeplerin bulunması gerekirdi. Galya Savaşları çok bilinen bir örnektir. Gaius Jullius Caesar (yani bildiğimiz Sezar), Galya seferlerini kendi açısından yazdığı bir Latince klasik olan Commentarii de Bello Gallico (Galya Savaşları’na Şerh) isimli bir yapıtta anlatmıştır[1]. Bu kitapta Sezar Galya Savaşlarına neden olan süreci ve bu savaştaki işlerini yazmıştır. Şimdi savaş ile ilgili olan en enteresan kısım tüm savaşlarda olduğu gibi hevesle ve aceleyle bir meşruiyetin aranmasıdır. Sezar, Galya’daki en güçlü kavimlerden biri olan Helvetii (Helvetius) kabilesi için şöyle der; “non esse dubium quin totius Galliae plurimum Helvetii possent; se suis copiis suoque exercitu illis regna conciliaturum confirmat.[2] “Şüphe yok ki Helvetiiler, Galyalılar içerisinde en çok güce sahip topluluklardandı; bu krallıkları (diğer Cermen krallıkları çev.) orduları ve güçleriyle ele geçirmeye muktedirdiler.”
Ancak bilebileceğimiz şudur; haklı bir savaşın sebepleri üzerine düşündükçe bu savaşın ne kadar haklı olduğuna dair tüm çizgilerimiz giderek bulanıklaşır.
Helvetiilerin gücünün farkında olan Sezar, bu gücün gelecekte Roma için tehlikeli olduğunu düşünmekte gecikmez. Risk almaktan çekinmeyen (nerede olduğu bilinmeyen Rubicon nehrini geçmek deyimini “dönüşü olmayan bir noktaya gitmek” anlamında crossing the Rubicon olarak İngilizceye kazandırmasının sebebi de budur) Sezar, Helvetiilerin başka bir kabile olan Aeduanlara karşı savaşarak onları yeneceğini düşünür ve onlara karşı savaş açar. Max Radin, bunun ne kadar casus belli olduğunu sorar[3]. Helvetiiler savaşı kazansaydı Roma’nın kuzeyinde gerçekten büyük bir tehlike olacaklar mıydı? Bu karşıolgusal (counterfactual) sorunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ancak bilebileceğimiz şudur; haklı bir savaşın sebepleri üzerine düşündükçe bu savaşın ne kadar haklı olduğuna dair tüm çizgilerimiz giderek bulanıklaşır. Bununla şunu kastetmiyorum; bir savaşa yönelik atfettiğimiz haklılık sebepleri çoğunlukla psikolojiktir. Eğer Kurtuluş Savaşı’nı haklı görüyorsam bunun rasyonel bir gerekçesi olmalıdır. Genelde ise bu sebep psikolojiktir; bana saldırılırsa ona cevap vermek zorundayım. Ancak savaş ile ilgili sorun da tam olarak budur; savaş her ne kadar taktik bir düşünceyi gerektirse de, ne kadar yasallık barındırsa da kesinlikle rasyonel değildir. Çünkü öldürmenin meşruiyetinin sağlandığı bir durum başka bir meşruiyeti gerektirebilir. Düşmanı öldürebiliyorsanız, düşmana ihanet ettiğini düşündüğünüz birini de öldürebilirsiniz ve bu sayı gerçekten azalmaz. Savaş ile ilgili makul olmayan ve tekinsiz olan da budur. Çünkü savaşın temeli öldürmektir ve öldürmek hiçbir şekilde doğru değildir. O halde hiçbir savaşın prensipte ve kategorik olarak haklı olduğunu söyleyemeyiz. Peki, savaş rasyonel ve vicdani bir şey değilse nasıl kanıksanır? STOACILIK VE ZEN-BUSHIDO Daha önce bu konuda kapsamlı bir makale yazmak istiyordum ancak bir türlü nasip olmadı. Bu alt başlıkta bu konuyla ilgili kapsamlı ve yeterli bir açıklama olmayacak; sadece savaş felsefesi ile ilgili okumalarımdan çıkardığım bir takım ilginç bağlantıları paylaşacağım. Nancy Sherman, 2005 yılında Stoic Warriors: The Ancient Philosophy Behind The Military Mind (Stoacı Savaşçılar: Askeri Zihnin Arkasındaki Felsefe) başlıklı gerçekten okunmaya değer bir kitap yazmıştır. Bu kitap Vietnam Savaşı’ndan bilinen bir örnekle beni çok etkilemişti. Sherman’ın kitabı Vietnam Savaşı’nda savaş uçağı düşman uçaksavarıyla vurulduktan sonra paraşütle uçaktan fırlayan ancak daha sonra Vietnamlılara 5 yıl boyunca esir düşen Amerikalı pilot James B. Stockdale’in hikâyesiyle başlamaktadır. Vietnamlı askerler Stockdale’e insaflı davranmaz. Onu işkenceden geçirirler, beş yıl boyunca korkunç koşullarda esir tutarlar[4]. Ancak bu süreç boyunca Stockdale metanetini asla yitirmez. Bunun bir sebebi vardır; Stockdale yanında Stoacı Epictetus’un meditasyonlarından oluşan Enchiridion isimli eserini adeta bir Kur’an suresi gibi okuyup defalarca tekrar eder ve bu ıstıraba savaş sonundaki esir teatisine kadar katlanmayı başarır[5].
Savaşın temeli öldürmektir ve öldürmek hiçbir şekilde doğru değildir. O halde hiçbir savaşın prensipte ve kategorik olarak haklı olduğunu söyleyemeyiz.
Enchiridon’dan bir pasaja bakınız: “Hiç ‘ben şunu kaybettim’ demeyin; fakat ‘onu geri verdim’ deyin. Çocuğunuz mu öldü? O geri dönmüştür. Karınız mı öldü? O geri dönmüştür. Malınız mülkünüz mü elinizden alındı? Yani bu da geri verilmemiş midir? “Fakat onu alan kötü bir insandır”. Veren kişinin geri almak için görevlendirdiği kişi arasındaki farkın sizin için önemi nedir? Size ona sahip olmak için vermişse ona iyi bakın; fakat kendiniz olarak görmeyin, tıpkı bir misafirhanedeki ziyaretçi gibi...[6] Bunu İbrahimi dinlerde de görebiliriz ancak gerçekten etkili bir metot olarak Stoacı felsefe inanılmaz derecede bunun hakkını vermektedir. Yukarıda savaş tarihinde Roma’dan örnek vermemin sebeplerinden biri de buydu. Romalılar felsefe olarak Stoacılıktan çok etkilenmişlerdi. Bu da onların askeri başarılarının arkasındaki sebeplerden biridir; Romalı bir asker aynı zamanda Roma vatandaşı olarak yurdundaki rahatı, güveni ve emniyeti bırakıp terra incognita’da (bilinmeyen topraklarda) savaşmaya giderken bu yüzden bu rahatı bozabiliyordu. Stoacılık anti-konformistti. Romalıları tarihte hep sefahat âlemleriyle, orjilerle, kimi zaman deliliğin hâkim olduğu imparatorlarıyla biliriz. Ancak gerçek hiç de göründüğü gibi değildir. Romalı askerleri yöneten subaylar elitlerdi ve bu elitlerde Stoacılık çok fazla yaygın bir felsefeydi. Hatta bu görüş öyle savunulmuştur ki Hristiyanlığın yayılmasında Stoacılığın etkili olduğu da söylenmektedir. Şöyle düşünürsek mantıksız değildir; Hristiyanlık mal, mülk ve aile kavramlarını önemsese de bunların Tanrı’nın Krallığı’na ait olduğunu düşünür. Tanrı malı ve aileyi verdiği gibi alandır. Tıpkı Kur’an’ın dediği gibi; inna lillahi ve inna ileyhi raciun. O’ndan geldik ve O’na döneceğiz. Bu prensibi canla başla kucaklayan bir Daesh teröristini gözünüzün önünde canlandırın. Onun için verdiği savaştaki diğer tüm hayatlar ve ölümler -kendisinin de dâhil- emanettir! O halde ne önemi vardır ki? Bununla dinlerde ve Stoacı felsefede bu sükûneti sağlayan meditasyonun dikkatle ele alınması gerektiğini ileri sürüyorum.
Hayata bağlılık, sevgi, aşk ve seks… Bunlar güzeldir. Ancak hayatı kurtarmaya yetmez. Aşkı olumsuzlamak savaşta hayatta kalmaktır.
Ancak yanı başınızda bir 88’lik Howitzer topunun patladığını ve sağ kaldığınızı düşünün. Hangisi sizi daha çok güvende tutar ve hatta daha da önemlisi karşılık vermenizi sağlayacak zihni yapıyı kurardı? Her şeyin geçici ve aslında emanet olduğuna dair Stoacı (veya İbrahimi dinlerdeki) meditasyon mu yoksa bu dünyadaki faniliğimizin bir an için unutulması mı? Bu seçenekli soruda ilkinin daha çok yardımcı olduğunu düşünürsek sanırım yanlış olmaz. Enteresan bir şekilde Zen öğretisi de buna benzer. Japon filozof Dasietz Suzuki, olağanüstü eseri Zen and Japanese Culture’da “Zen’in birisini doğum ve ölüm bağından kendine özgü bir anlayışla kurtarmanın haricinde özel bir doktrin veya felsefesinin, bir kavram seti veya entelektüel formülünün olmadığını[7]” söyler.  Zen öğretisi bu sebeple feodal Japonya’nın savaşçı kastı olan Samuraylarda -tıpkı Romalı askerler arasındaki Stoacılık gibi- oldukça gözdedir. Suzuki, Japonya’da bir özdeyişin olduğunu söyler; “Tendai krallık ailesi, Şingon asiller, Zen savaşçılar ve Judo avam içindir.[8]” Hayata bağlılık, sevgi, aşk ve seks… Bunlar güzeldir. Ancak hayatı kurtarmaya yetmez. Aşkı olumsuzlamak savaşta hayatta kalmaktır. Savaşta PTSD (Post-Travmatik Stress Hastalığı) yaşayan insanların pek çoğu yaşadıkları travmanın korkunç etkilerin yanında şu soruyla da boğuşurlar; “bu saldırıyı insanlığımdan ödün vererek atlattım. Geriye ne kaldı? Değerler? Hayat? İlkeler? Bunlara ne oldu?” İşte Zen veya Stoacılık bunların hiçbirinin size ait olmadığını söyleyerek sizi rahatlatır. Size kâinattaki yerinizi hatırlatır. Ancak Suzuki, Bushido öğretisinden giden Samuray savaşçılarının kitabı Hagakure’nin (Savaşçının Yolu) Japonya’nın Çin’deki korkunç katliamlarıyla birlikte anıldığını da söyler[9]. Gerçekten de, Zen düşüncesi bir savaşçı için biçilmiş kaftandır. Onun formülü şeylerin nasıl göründüğünü analiz etmez; yağmur, yağmurdur, Buddha Buddha’dır. Düşünmenizi gerektiren tek şey “hava yağmurlu, bu dağa nasıl tırmanacağım?” sorusu değil “hava yağmurlu” olduğu gerçeğidir. Dağa tırmanabilirsiniz. Siz sadece bunu iradeyle yapabilirsiniz, gerisi gereksiz bir düşünceler zinciridir ve üzerinde durulması gerekmez.
Hangisi doğru o halde?  Ne Ukrayna’nın “haklı” savaşı doğru, ne de Rusya’nın saldırganlığı. Asıl yüzüne tükürmemiz gereken olayı bu seviyeye getiren tüm politikacılar ve onların başarısızlığıdır.
Keskin bir Katana (Samuray kılıcı) tutan bir savaşçıyla karşı karşıya gelindiğinde bu formül doğum ve ölümü unutturur, ‘aksiyon almayı’ kolaylaştırır. Ancak Mançurya Nanjing’de aynı Samuray eğitimini alan Japon askerlerin hamile kadınların karnını aynı keskin katanayla deşecek kadar da unutturmasına sebep olacak kadar. İnsan bir kere sağ kalmayı bildiğinde onun canavarlığını durduracak bir şey bulmak zordur. Savaşın gerçekliği budur. Ukrayna’yı veya Rusya’yı desteklemek bluetooth klavyeyle çok kolay görünüyor anlaşılan. Ancak savaş bir kere gerçek olduğunda ona katlanabilecek zihinsel bir yapıyı (constitution) çok az kişi -yani eğitilmiş profesyoneller- hariç kimse taşımaz. Bu sebeple asıl tehlike bu iş için eğitilmiş profesyonellerin, yani savaşçıların olmasıdır. Hangisi doğru o halde?  Ne Ukrayna’nın “haklı” savaşı doğru, ne de Rusya’nın saldırganlığı. Asıl yüzüne tükürmemiz gereken olayı bu seviyeye getiren tüm politikacılar ve onların başarısızlığıdır. Gelecek hafta görüşmek üzere, esen kalın. --- [1] Bu kitabın Latincesini ebooksFrance diye bir siteden bulmuştum. Bkz. G. Julius Caesar, Commentarii de Bello Gallico, éditions eBooksFrance, www.ebooksfrance.com [2] G. Julius Caesar, Commentarii de Bello Gallico, s.6. [3] Max Radin, International Law of The Gallic Campaigns, The Classical Journal, Cilt 12, Sayı 1 (Ekim 1916), s.17. [4] Nancy Sherman, Stoic Warriors: The Ancient Philosophy Behind The Military Mind Oxford University Press, 2005, s.1. [5] Sherman, Stoic Warriors, s.1. [6] Epictetus, Enchiridion, çev. Elizabeth Carter, s.3, par.11. [7] Dasiets T. Suzuki Zen and Japanese Culture, Bollingen Series LXIV, s.63. [8] Suzuki, Zen and Japanese Culture, s.63. [9] Suzuki, Zen and Japanese Culture, s.70.