Saraçhane eylemi: Paramparça vatandaşlık düzlemi

Abone Ol
LGBTİ+lara karşı mitinge valilik izni, çevik kuvvet koruması… RTÜK bu toplaşmanın reklam videosunu kamu spotu ilan etti. Gericiliğin ülkemizde kamusallaştığı çıkarımına bangır bangır buradayım diyen delillerle ulaştık. Ulaşmaz olaydık.

Loading...

Aile değerlerine uygun olmadığı gerekçesiyle LGBTİ+’lara karşı düzenlenen Saraçhane mitingi, gericiliğin ülkemizde kamusallaştığının vahim bir kanıtıdır. Çünkü, söz konusu eylem valiliğin izniyle yasal şekilde gerçekleşmiş ve eylemcileri korumak pahasına yüzlerce çevik kuvveti görevlendirilmiştir. Bu iki unsur bile, gerici bir zihniyetin kamu eli ile örgütlendiğinin ya da halihazırdaki örgütlülüğünün desteklendiğinin açık göstergeleridir. Nitekim bu ikisine bir üçüncü pekiştireci de ekleyebiliriz: Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) gibi bir kamu kurumu bu toplaşmanın reklam videosunu, kamu spotu olarak ilan etti.  Dolayısıyla gericiliğin ülkemizde kamusallaştığı çıkarımına hislerimizle değil, bangır bangır buradayım diyen delillerle ulaştık. Ulaşmaz olaydık. Bu neticeden elbette memnun falan değiliz. Bildiğimiz gibi demokratik ve aynı zamanda anayasal bir hak olan toplanma ve ifade özgürlüğünden şimdiye kadar pek çok toplumsal kesim, yetkili idareden çıkmayan müsaade ve kolluk kuvveti zoru ile menedilmiştir. Sayısız örneği ile dolu tarihimiz. Çok eskiye gitmeye de hacet yok zaten. Daha düne kadar aynı valilik kadın örgütlerinin ya da LGBTİ+’ların toplanmasına izin vermediği gibi, emniyet güçlerini bu gruplar toplanmasınlar diye alanlara gönderdi. Buradan bakıldığında bile kamunun hangi “değerleri” muhafaza etme, hangilerini yok sayma temayülünde olduğunu görebiliyoruz. Bu eğilimin kendisi ise bizi bir sonuca vardırmanın ötesinde bir yerde durmakta. Çünkü ülkede, yönetimsel akıl objektif ve soyut değerlerin tamamen dışına çıkmış vaziyette. İdari akıl, alarm vermekte. Bu akıl bize, subjektivizmin dibine batırılmaya çalışıldığımızı anlatmakla kalmayıp bağırmakta hatta. Düzenin, birileri için “mukaddes” addedilen ilkelerinin üzerine yükseldiği bir zamanı yaşıyoruz. Bu “makuliyet”te olmayan herkes, ülkenin orta yerinde sahipsiz. Geriye kalanın kimi kimsesi yok gibi. Hatta Türkiye’nin neredeyse kahir çoğunluğuna sahip çıkacak, uğradığı haksızlıklar karşısında ses olabilecek bir düzeni falan yok. Vatandaşlık gibi, başka ayrımlara neden olsa da özellikle bu aralar göndermede bulunduğu adaletine bile öpüp başımıza koyabileceğimiz bir düzlemin dahi bir anlamı yok. Arendt’e hürmet sonsuz elbette. Ama Türkiye’nin bu günlerini görse belki vatandaşlık fenomenine karşı az da olsa vicdana gelirdi. Mübalağa değil bu. Acı bir gerçek. Muharrem ayının ilk günlerinde Aleviler’e yapılan saldırı, yoksulluğun açtığı çıkmazı ve bu çıkmazın egemen olduğu puslu havayı fırsat bilen ırkçıların son zamanlarda empoze etmeye çalıştığı mülteci algısı, Kürtlere yönelik zaten bir asırdır söylenen ve eylenen müzmin ayrımcılık, üzerine Gezi eylemcilerinin “sürtük”lüğü, muhalif gazetecilerin “hain”liği, İstanbul Sözleşmesi’nin feshi… hepsi aynı potada. Tüm bunların muhatabı biz “makbul” olmayanlarız işte. Hepsi tek tek çok şey elbette. Ama hepsi bir bütün olarak daha büyük bir şey: Bu toprakları, çok güçlü bir ilerleme ve aydınlanma damarına rağmen karanlıklaştırmaya çalışan bir akıl kafaların içinde saklı değil artık. Tahminimizden çok cesur olarak hareketlilik içinde. İşin bir de başka bir boyutu var. Daha da yazık bir boyutu. Utanç boyutu. Ülkemizdeki uygulamalar ya da en yakın bir örnek olarak İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesinde olduğu gibi bu uygulamaların dayanak gösterildiği yasal düzenlemeler, evrensel insan hakları ve demokratik değerlere bağlılık bakımından genellikle yanlışlamaya olanak tanımakta. En azından dünyanın geri kalanı açısından. Sağlamanın tersinden yapılabildiği bir ülkeyiz ne yazık ki. Dünyanın bir yerlerinde “Türkiye böyle yapıyorsa, doğrusu tam tersidir.” dedirttiğimizden daha eminiz artık. Yine çok kötü şeyler için ülkemiz adına eminiz. Bravo bize! Çıkış nerede mi peki? Elbette çok basit değil cevabı. Ama en temel değerleri örneğin anayasal değerleri, herhangi bir siyasi idareye bağımlı kılmaktan çıkarmakla işe koyulabiliriz. Bu nasıl mı olacak? Cumhuriyetin 100. yaş eşiğinde bu temeli dert edinmek, ona yakışır bir asır hediyesi vermeyi mümkün kılabilir. Belki de…