Sanki ince bir çizgide yürüyoruz: Her şey olabilir ya da hiçbir şey olmaz ikilemi

Abone Ol
Anlamlı olan ‘Aptamil’ fiyatını ne zaman ve ne oranda düşüreceğiniz, KHK’lılar için ne yapacağınız, kapatmanızın mümkün olmadığı cemaat yurtlarına nasıl ne şekilde bir alternatif geliştireceğiniz. Bu satırları yazdığım gün Hrant’ın katledilişinin 15. yılını anıyorduk ve ben arada sırada Profesör Ayhan Aktar’ın genişletilmiş basımı ile yeniden okuyucusuna sunduğu Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları kitabını okuyordum. Bu nedenle de devletin cani, gaddar, acımasız ve de vicdansız yönünü birçok yönü ile yine ve yeniden hatırlıyordum. Hoş bunu hatırlatan sadece bu iki acı olay da değil ki daha geçtiğimiz günlerde Nurcu bir cemaat yurdunda kendine kıyan Enes Kara ve onun vicdanı çürümüş, sıfatını asla hak etmeyen sözleri bize devletin amaçsız yününü gösterdi. Ya da medyada malum ahlaksızlık yüzünden daha az yer verilen 16 yaşındaki Bahadır’ın KHK işkencesinin bir uzantısı olarak kendine kıyması devletin sistematik bir suç örgütüne dönüştüğünü bize göstermedi mi? Hoş, belki de buradaki ‘dönüşmek’ kelimesi biraz yersiz ya da tarihi eksik okumak gibi anlaşılabilir. Devlet, hele ki Türkiye Cumhuriyeti sistematik olarak düşman/düşmanlar üzerinden farklı zulümler yapabilme özelliğine sahip ve belki de bu yüzden de kendi içerisinde kırılgan. Ancak galiba bu kırılganlığın en üst seviyesine doğru ulaşmaktayız ve bu da bize her an bir şeylerin olabilme ihtimalinin yakın olduğunu gösteriyor. Kimsenin, özellikle de kompleksi ve de öfkesi kendini sarmış kişilerin ağzına laf vermeden, bir şeyler olabilir derken darbe gibi saçma sapan şeylerden bahsetmediğimin altını çizeyim. Kastım seçim ile bir şeylerin değişebileceği ama paradoksal gibi gözükmesine karşın değişmeme ihtimalinin de mümkün olabileceğinden bahsediyorum. Kısacası ince bir çizgide yürüyoruz ve sonumuz çok da belirgin değil. HER GÜN HERKESE VE GELECEĞE YAPILAN ZULÜM 10 Ocak günü, görüşlerin ilgi ile takip ettiğim meslektaşım Burak Bilgehan Özbek bir Tweet’inde 16 ay önce çocukları doğduğu zaman 89TL olan Aptamil mamanın 16 ayda 254TL olduğunu yazdı. Altı üstü emmeyen ya da emse bile yeterli kadar ememeyen bir çocuğun temel vitamin ve mineralini alması için gerekli olan anne sütü takviyesi olan bir üründen bahsediyoruz. “Ana sütü gibi helal” denilen bir toplumda “devlet babanın” yatığı bir zülüm ya da acımasızlıktan başka hiç bir şey değildir bu. Burak’tan 7-8 ay daha “tecrübeli” bir baba olarak bu anne sütü takviyelerinin hem çok önemli olduğunu hem de alındığı zaman yarısından çoğunun bir şekilde çocuk tarafından içilmediğini de bilirim. Çok kısa sürede tükenir ve de anında yenilemek gerekir. Kısacası iyi bir ihtimal ile bir çocuk için ayda ortalama iki ya da üç kutu almak gerekir. Peki ya alınamazsa? İşte o zaman hem baba-anne için hem de çocuk için sadece bu günü değil geleceği de etkileyen çok fazla çıktısı olur bu işlerin. Öncelikle bu işin toplumsal psikolojik bir soruna dönüşme ihtimalinin çok yüksek olduğunu söyleyebilirim. Bebeğini doyuramayan ebeveyn eğer çok uç noktalara gidip kendine ve de çocuğuna zarar vermez ise, ki bunu da ne yazık ki gördük, en “iyi” ihtimal ile mutsuz, sinirli ve de kaygılı bir yapıya bürünür ve de asla kendine güvenli, sağlıklı bir birey yetiştiremez ya da yetiştirmesi çok zor bir ihtimaldir. Dahası bir şekilde bunu yapan devlete, iktidara ve kendinden daha çok imkânı olanlara kin ve de öfke duyar ki bu da toplum olmanın önündeki en büyük engeldir. Peki ya çocuk? Elbette asla sağlık açısından neler kaybettiğini bilemem. Bu uzmanlığım ile uzaktan yakından ilgili değil ama sinirli, mutsuz bir aile de büyüyen çocuğun neler düşünebileceğini çok kolay anlayabilirim. Kendine güveni, geleceğe umudu dada çok küçükken yok olacaktır. İmkânı olur ise kaçmaya, imkânı yoksa da ya olanları kabullenmeye ya da sisteme bir şekilde entegre olmaya çalışacaktır. Kısacası biraz acı biraz umutsuz ve tatsız bir başlangıç olacaktır. Yukarıdaki örnek sadece Türkiye’de yaşananların kısa, belki de fazlaca dramatik bir sonucu. Ama aslında etrafımızdaki siyasi tartışmalara bakarsak da en gerçekçisi. Doğrudan bugünümüzü ve yarınımızı etkileyen önemli bir gerçeklik. İşte bu gerçeklik bir bakıma nasıl ki Hrant’ı, Enes’i, Bahadır’ı bugün, Niko’yu ya da Yervant’ı da dün katletti, Şimdi ise geleceğe ve de yarına göz dikmiş durumda. Bu nedenle herkes kızgın, herkes yeni bir ışık arıyor. İşte bu nedenle tam olarak değişime çok açık olduğumuz bir zamandayız ve değişimi getirmek de bizim elimizde. Yeter ki rasyonel olalım, yeter ki kişisel hırslardan arınalım ve etrafımızı görelim. Ama gerçekten etrafımızı görebiliyor muyuz? HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEYEBİLİR DE… 2009 yılıydı. Lisans tezimi Türk-İslam Sentezi ve de AKP üzerine yazıyordum. Bir şekilde o zamanlar (yanılmıyorsam) Saadet Partisi genel başkan yardımcısı olan Şevket Kazan ile görüşmüştüm. Şevket Kazan bana Erdoğan’ın aslında dış dünyada olanı göremediğini zira etrafından ondan nemalanmak isteyenlerin onun önüne hep buzlu camlar koyduğunu ve görüşünü kapattığını söylemişti. Sanıyorum o çok uzun mülakattan aklımda kalan iki üç şeyden birisi bu.
Bu noktada gelin şu buzlu camları bir kıralım, akıl, matematik ve ‘gerçek’ ne diyorsa onu yapalım. Hem de hiç geç olmadan…
Son günlerde yaşanan onca felakete, devlet zulmüne ve inanılmaz ekonomik krize baktığım zaman Millet İttifakı’nın kimi liderlerinin de bu şekilde buzlu bir cam ile etraflarının örülmesine izin verdiklerini görüyorum. Bu nedenle de AKP’nin oyları daha düşemiyor ya da “bunlar kötü” haricinde bir alternatif üretilemiyor. Misal benim için ki, ben yurt dışında yaşayan bir akademisyenim ve dolayısı ile Türkiye’deki sorunlardan sadece dolaylı olarak etkileniyorum, söylem bazında kalan ‘biz 6 ayda çözeriz’ bir anlam ifade etmiyor. Anlamlı olan ‘Aptamil’ fiyatını ne zaman ve ne oranda düşüreceğiniz, KHK’lılar için ne yapacağınız, kapatmanızın mümkün olmadığı cemaat yurtlarına nasıl ne şekilde bir alternatif geliştireceğiniz ya da bu ülkede 1000 yıldır yaşayan Anna için ne gibi bir özgürleşme sağlayacağınız. Eğer bunları söylemez, bunun yerine farklı şekillerde eziyet eden devleti biz yöneteceğiz derseniz bir şey değişmeyebilir. Bu noktada gelin şu buzlu camları bir kıralım, akıl, matematik ve ‘gerçek’ ne diyorsa onu yapalım. Hem de hiç geç olmadan…