Sanat ve estetik algısı üzerine: Beynimin içinde bir Van Gogh gecesi

Abone Ol
Estetik algımız duyusal, bilişsel ve duygusal faktörlerin etkileşimini içeren karmaşık ve çok boyutlu bir süreç. Beynimiz, sınırlı ve gürültülü duyusal verilerden hareket edip, sınırsız potansiyel yorumlamalarla zengin bir deneyim ve beklenti dünyası oluşturuyor. Uyku tutmamış, gece yarısı oturup karşımda duran Van Gogh tablosunu izliyorum; Çiçek Açan Badem Ağacı, Van Gogh’un en sevdiğim resmi. Sanki yıllarca sürmüş gibi gelen karanlık, kopkoyu bir kışın ardından, perdeleri aralayıp masmavi bir gökyüzü görmüşüm gibi hafif, uçuş uçuş bir sevinç hissediyorum. Havayı neredeyse tenimde hissedeceğim; serin, tazecik ve çiçek kokuyor. Yeni bir şeyler başlıyor. Hayat üzerindeki ölü toprağını atmış, yeşeriyor. Sanki dünya yeni bir dünya, ben yeni bir benim... Beyaz, pembe, açık sarı, incecik uçuşan yaprakları ile taze bir yaşamı müjdeleyen badem çiçekleri olanca narinliklerine rağmen rüzgâra boyun eğip dallarından ayrılmıyorlar. Onunla birlikte sağa sola salınıp, huzurlu bir uyum içinde tazecik hayatlarını dünyaya müjdeliyorlar. İçimden “Off... O nasıl bir kıştı, neyse ki geçip gitti.” diyorum. Derin derin nefes alıyorum, çiçekler uçuşup içime doluyor. Yeni bir yaşam başlıyor; içimde, dışımda, yeni bir yaşam… Van Gogh bu tabloyu biricik Theo’sunun, oğlunun doğumunu müjdelediği mektubunu aldıktan sonra yapıyor. Baharı, yaşamı, umudu resmediyor… Eserlerinin neredeyse hepsinde ekseriyetle yalnızlığının verdiğini düşündüğüm bir acı hissediyorum ben. Çiçek Açan Badem Ağacı’nda ise bu acıdan eser yok. Mutluluğun olabilecek en saf, en katışıksız hâlini görüyorum. Bu denli saf bir mutluluğa erişebildiğim şanslı anlar geçiyor gözümün önünden. Uykum biraz daha kaçıyor ama umursamıyorum. Ben bunca düşüncenin, anının ve duygunun üzerinden akarken, ertesi gün eve gelen, pek çok konuda benzer görüşlere sahip olduğum, ince ruhlu, sanat zevkine ilgi duyduğum misafirim, en az mana ve duygu atfedebildiği Van Gogh resminin bu resim olduğunu söylüyor. Aynı esere (uyarana) bakarken nasıl zaman zaman çok benzer, zaman zaman da bu kadar farklı hissediyor olabiliriz diye düşünüyorum. Soru varsa bir yerlerde cevabı da olmalı; okumaya başlıyorum. Her insanın dünyayla kurduğu ilişki biricik ve kendine özgü… Bu ilişki, özü itibariyle yaratıcı bir ilişki; zira her birimizin beyni, biyolojik olarak aynı şekilde yapılandırılmış olan duyulardan gelen veriyi bambaşka şekillerde tercüme ediyor. Bu bambaşkalık, inançlarımızdan değer setlerimize, ideolojimizden estetik algımıza kadar her şeyi şekillendiriyor, yaratıyor, farklılaştırıyor. Ortaya çıkan tercüme, aynı biyolojik yollardan geçmesine karşın her birimizde farklı şekillerde tezahür ediyor. Ancak sanatın hepimizin beyninde ortak olarak yarattığı bazı değişimler de var. Nörobilim ve sanatın kesiştiği noktada, bu ortaklık ve ayrışmaları incelemek üzere ilgi çekici bir alan açılıyor. Estetik algımız duyusal, bilişsel ve duygusal faktörlerin etkileşimini içeren karmaşık ve çok boyutlu bir süreç. Beynimiz, sınırlı ve gürültülü duyusal verilerden hareket edip, sınırsız potansiyel yorumlamalarla zengin bir deneyim ve beklenti dünyası oluşturuyor. Bir resmi gördüğümüzde o resmi beğenip beğenmediğimize dair kararı saliseler içinde veriyoruz. Oysa karşımızdaki veri seti, bu kadar kısa sürede işlenemeyecek kadar karmaşık; renkler, formlar, fırça darbeleri, ilk etapta göze çarpan, çarpmayan detaylarla duyularımız çok karmaşık bir girdi ile karşı karşıya. Peki bu durumda bu anlık karar nasıl ortaya çıkıyor? Bu dünyayı çözümlemek ve formülize etmek çok zor, ancak imkânsız değil.
Aslında anlaşılması zor olan bir eserin farklı kişilerde bambaşka duygu ve düşünceler uyandırması değil, bilakis, benzer tercümelere yol açıyor olması. Bu çeşitlilikten büyük zevk alıyorum ve bizi zenginleştirdiğini düşünüyorum.
En temel, yani duyusal düzeyde, sanat algımız, anlık olarak aldığımız görsel ve işitsel veriler üzerinden oluşuyor. Örneğin, bir tablonun rengi, şekli ve dokusu ya da bir müzik parçasının ritmi, melodisi ve uyumu, eseri nasıl algıladığımızı etkiliyor. Ancak hepimiz aynı uyaranlara maruz kalıyor olsak da bu uyaranları aynı düzeyde ve aynı şekilde algılamıyoruz. Örneğin yüksek tempolu ve marş ritimli eserlere karşı zaafı olan ben, dinlediğim parçadaki baslara odaklanırken, yanımdaki arkadaşımın dikkati arka planda yer alan melodik tınılarda toplanıyor. Müzik sustuğunda, aynı parçayı dinlemiş iki insanın farklı odak noktaları nedeniyle eseri bambaşka şekillerde algılayabildiklerini, farklı sıfatlarla tanımladıklarını ve farklı hislere sürüklendiklerini görüyoruz. Dolayısıyla ilk ayrışma algısal boyutta ortaya çıkıyor. İkinci katmanda dikkat, hafıza ve yürütme işlevi gibi bilişsel süreçler yer alıyor. Bu bilişsel süreçler, sanatı nasıl yorumladığımızı, nereye konumlandırdığımızı ve bizim için ne anlam ifade ettiğini şekillendiriyor. Burada rol oynayan ana faktör, geçmiş deneyimlerimiz ve bilgilerimiz. Beyin, birbirine bir ağ yapısı vasıtasıyla bağlanmış binlerce klasörden oluşuyor. Nöral ağların bağladığı bu klasörlerde geçmiş deneyimlerimiz, bilgilerimiz, anılarımız birbiri ile ilişkileniyor. Badem çiçeklerine bakarken duyular aracılığıyla beynime ulaşan veriler birdenbire birbirine bağlı onlarca klasörün kapağını açıyor. Bu klasörlerden daha kalın olanlar (daha çok bilgi içerenler), daha derinde yer alanlar (örneğin çocukluğumuzda oluşturulmuş olanlar) ya da çok yeni bir tarihte açılmış olanlar, yorumlamamda diğer klasörlere nazaran daha büyük bir paya sahip oluyorlar. Her insanın beyninde yer alan klasörlerin içeriklerinin, büyüklüklerinin ve derinliklerinin birbirinden farkı ve bu değişkenlerin sonsuz kombinasyonu ortaya uçsuz bucaksız bir yorumlama evreni çıkarıyor. Bilişsel sürecin sağladığı girdilerin farklılığı, huşu ve hayranlıktan tiksintiye kadar değişebilen güçlü duygusal tepkiler ortaya çıkarma gücüne sahip. Bu duygusal tepkilere amigdala, insula ve ventral striatum gibi duygusal işlemede görev alan beyin bölgeleri aracılık ediyor. Dolayısıyla eserle karşı karşıya kaldığınızda saliseler içinde açılan klasörlerden çıkan veriler duygusal süreçleri de harekete geçirerek, tercümenin üçüncü ayrışma katmanını oluşturuyor. Bu açıklamalardan sonra görüyoruz ki aslında anlaşılması zor olan bir eserin farklı kişilerde bambaşka duygu ve düşünceler uyandırması değil, bilakis, benzer tercümelere yol açıyor olması. Bu çeşitlilikten büyük zevk alıyorum ve bizi zenginleştirdiğini düşünüyorum. Ancak çok yakınlarımın benimle aynı fikri ve duyguyu paylaşmadıkları durumlar da beni üzmüyor değil. Aynı şeyleri sevmeyi isteyecek kadar çok sevdiğim insanlar var. Hâliyle araştırmaya burada son vermiyorum ve karşıma bazı ilginç bilgiler çıkıyor: Bu aralar bilim insanları yapay zeka algoritmaları aracılığıyla herkes üzerinde benzer etkiler yaratabilecek sanat eserleri üretmenin yollarını arıyorlar. Önümüzdeki hafta da bu araştırmalara değinmek istiyorum.