Sana Dün Bir Tepeden Baktım Köhne Bizans!
inconscience de style) darmaduman edildiğine şahit oldum.
Haliç’in Gözleri Ne Renk?
Siz bakmayın İstanbul’un Fethi’nin 571. yıldönümü kutlamalarına falan, böylesi anmalar talanın üstünü örtmekten, ahalinin şuuraltında dolaşan tuhaf tarih hazlarını tatmin etmekten öteye geçmiyor. “Haliç, gözlerim gibi mavi olacak” ya da “Biz bu şehre ihanet ettik, ben de bundan sorumluyum.” diyen politikacılar, aslında İmparatorluğun son payitahtının bitişindeki hikâyede ancak bir replik olabilirler. Çünkü Dersaadet’in günden güne tozlanmasının kökeni daha eskiye gidiyor. Yeri gelmişken meraklısına; İstanbul’un geçirdiği dönüşümlerin hikâyesi için Cengiz Özdemir’in (kültürİstanbuL) ve Mehmet Dilbaz’ın (Kaybolan Tarihin Peşinde) adreslerini tavsiye ederim. “Daha eski, yani ne kadar eski?” dediğinizi duyar gibiyim. Şöyle: Cem’i alt ederek İstanbul’un patronu olan sekizinci Osmanlı padişahı II. Bayezid eliyle kentin mimarî manzarasının şekillenmeye başladığını kabul edersek; 19. asra değin mevcut dekorun üç aşağı beş yukarı sabit kaldığını seyahatnamelerden ve şiirlerden biliyoruz.
1730’dan Önceki Dersaadet Nereye Gitti?
İlginçtir Yahya Kemal 6 Şubat 1935 tarihinde, bugün kentin geleneği (geleceği?) sayılan şehir tiyatrolarının da kurucusu Muhittin Memduh Üstündağ’ın valiliği esnasında “İstanbul’un İmarı”yla alakalı konuşmasında şu cümleleri kurar: “… Mimarîmiz 1730 senesine kadar Türk ustalarının elinde idi. O zaman İstanbul’un manzarası, asaleti tam yerinde idi. 1730’dan sonra tamamıyla gayr-i millî fakat yerli ustaların eline geçti. Fakat o zaman da solmaya başladı. 1730’dan evvelki İstanbul’la sonraki İstanbul arasında fark vardır.” ‘İstanbul Şairi’nin kendi mucitliği ile isimlendirdiği ‘Lale Devri’ni, şehircilik öykümüzün bozulmasının başlangıcı olarak kaydetmesi kayda değer olsa gerek. Bu arada 25. Osmanlı padişahı III. Osman’ın saltanatı esnasında, yani yine 18. asırda üzerinde en çok durduğu yasağın Rumeli ve Anadolu’dan İstanbul’a yönelen göç olması ve payitahtta işi olanların ancak bir iki kişiyi geçmemek şartıyla geçişlerine izin verdiğini de hatırlatalım.
Köyden Kente Göç ya da ‘Tufeylî Nebat’
“Yahya Kemal daima haklıdır.” diyen Tanpınar da 23 Eylül 1946 tarihinde Cumhuriyet’te, hocasıyla aynı başlığı kullandığı “İstanbul’un İmarı” adlı yazısında, ‘görülmemiş derecede teşebbüs sahibi bir sınıf şehrin işine gelen taraflarını tufeylî bir nebat gibi birdenbire sarar ve yerleşirdi’ diye tarif eder, bugün bilmem ne kültürünü yayma ve yaşatma derneklerinin bayraklarının dalgalandığı mahallelerin tahribatını. Beş Şehir müellifi; Tek Parti iktidarının son demlerinde, Başvekil Hükümeti zamanında, 1960’larda bilhassa Türk solunun tefahür ettiği ‘mücadele’yi omuzlayan ve asalak bir bitkiye benzettiği eğitimsiz halk yığınlarının şehrin merkez ve periferisini işgal etmesinden duyduğu rahatsızlığı şöyle dile getirir: “Şurasını söylemeliyim ki fakirlik kendiliğinden muhasara altında bir şeydir. Taklidi tabiat dışıdır. Âdeta bünyevi rahatsızlıklara benzer; cemiyet hayatında da kendi kendisini tasniften, sırasına girmekten, geriye, görülmeyen taraflara çekilmekten hoşlanır. Bu itibarla ne kadar tufeylî ve müteşebbis olursa olsun, seçtiği mıntıkanın dışına pek çıkmaz. Meğerki bu noktalar çalışma kolaylıkları vesaire dolayısiyle gözönünde noktalar olmasın.”
Bütün Marmara 34 Plaka!
“Bilmem son zamanlarda memleketimizi saran ve zevkimizi, yaşayış şeklimizi altüst eden İstanbul’un bazı semtlerine eski bir şehirden ziyade bir nevi mimarî tecrübeler memleketi manzarasını veren moda binalardan bahsettiğimi anladınız mı?” sorusunu yönelten Ahmet Hamdi Bey, günümüzde değil Tuzla-Beylikdüzü hattını, bir ucu Trakya’nın son sınırlarına dayanan, diğer ucu Bursa’yı da aşıp neredeyse tüm Marmara’yı birbirine bağlayan ‘mega kent’ tasavvurunu, koca bir ülkenin ‘34 Plaka’yla çevrildiğini, artık hemen her old town’un üzerine kezzap atılıp, kibirli new city’lerle donatıldığını görse ne sual ederdi acaba?
Kamu Malına Çökme, Gurbet Türküsüyle Temize Çekilmez!
Taşradan gelip, herhangi bir bedel ödemeden çevirdiği çitin parasını hâlen daha akrabalarına anlatanların torunlarından bir medeniyet ihyası beklemek safdillik olur. Teşmil etmeden ekşisözlük ağzıyla söylersem; buradan en fazla ‘laz barok’ çıkar. Özellikle büyük şehirleri ganimet malıymış gibi görüp, kamu malına çökerek gecekondu dikenler, oy uğruna sağ ve sol belediyelerin yağmaya ses etmeyip rıza göstermesinden ötürü bugün ‘toprağından’ ya da ‘kökünden’ tapulu yer sahibi olanlar, kendi ailevî trajedilerini gurbet türküleriyle temize çekemezler. “Neden geldim İstanbul’a”dan “İstanbulsuz nefes alamam” arasındaki sarkaç, sağlıklı bir kafayı yansıtmıyor. Aslında böylesi bir psikoloji incelenmeye değer.
Toprak Reformu Başarılı Olsaydı?
Reşat Ekrem Koçu; 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı iradesine karşı Anadolu’da meydana gelen isyanların üstlenicisi Celaliler ile ilgili yazısında, söz konusu hurucun arkaplanı adına serdedilen ‘Osmanlı hanedanının mutlakiyet idaresine karşı, ihmal edilmiş mustarip Anadolu halkının bir kükremesi’ yorumuna katılmasa da köylerini kente taşıyan kitlelerin (kütlelerin?) şuuraltında tarihsel bir hırs, bir an önce sınıf atlayıp ‘adam yerine konma’ duygusu olabilir mi? Bu yanlış şehirleşme meselesinde pek tabi bütün cürüm ve kabahatin yegâne müsebbibi halklar değil. Osmanlı modernleşmesinden intikal eden hemen her devrim programını başarıyla hayata geçiren Cumhuriyet rejiminin 1929’da seslendirdiği ‘toprak reformu’nu çözememesi, Demokrat Parti’nin kimi lümpen mülahazalarla iktidara gelmesinde (ilk traktör, Amerikan yardımları çerçevesinde 1955’te üretildi) başlıca amillerden, hatırlatalım. Bu mesele o kadar mühim ki askerî müdahaleleri saymazsak neredeyse 14 Mayıs 1950’den itibaren Türkiye’ye hükümet eden ‘sağ partiler’in varoluş (varoş?) pratiğine işaret ediyorum.
Şehrin Kendi Öz Çekirdeğini Korumak!
İşte büyük kentlerde yaşayan bu dedelerin torunları bugün ağırlıklı olarak loneliness crisis, yani ‘yalnızlık krizi’ yaşadıklarından ötürü terapi görüyorlar; çünkü mekânı bozarsanız, insanın ruhu da çürür. İşin sonunda zarardan dönülecek bir kâr kalmadıysa da Huzur yazarı, en azından Suriçi’ni, yani Fatih’in fethettiği araziyi korumak, kollamak, hani ne bileyim parti mitinglerinde nutuk atarken referans veren yöneticilere, bence hâlâ cari olan, oldukça rasyonel şu teklifte bulunuyor: “Hayır, Türk İstanbul’u kurtarmak lazım. Bu belki biraz masraflı ve külfetli olur. Fakat sağlam bir programla çarçabuk yapılabilir. Tekrar edeyim, büyük imar hareketlerinden bahsetmiyorum. O büsbütün ayrı bir şeydir. Devlet programına İstanbul’un kendisini değil, hinterlandını müstakil bir mesele gibi alana, istihsal şart ve şekillerini değiştirene kadar İstanbul’un imarı sadece bir satranç tahtasının karelerini çizmekle kalacaktır. Fakat İstanbul’u kendi öz çekirdeği etrafında onunla uygun bir kılığa sokmak meselesinden ve imkânlarından bahsediyorum. İstanbul bu çehreyi tekrar kazandığı zaman, bizim zahmetlerimizi birkaç misli ile bize çabukça ödeyebilir.”
Şehrin Ödettiği Bedel!
Biraz da şehrin ortasındaki letafet bahçesi Boğaziçi’ni analım: Bu harikulade su yolunu, İstanbul’un gerdanından çekip alsak geriye ‘muhteşem çöplük’ kalacağı aşikâr. Her türlü melanete rağmen kente sarkıtılan bir rüya olan ‘Boğaziçi medeniyeti’ni cümleleriyle yaratan Abdülhak Şinasi Hisar, (Bingo: Orhan Pamuk’un İstanbul hafızasını oluşturduğu dördüncü yazarı da anmış olduk.) Boğaziçi Mehtapları’nda “Hayat ve zaman Boğaz’ın hafızası ve hatırasız suları gibi akıp, geçmiştir.” dediğinde 1942 yılı olduğunu belirteyim. Evet insan ‘ne de olsa Boğaz’da yürüyüşe çıktığında’ her şeye rağmen hayatın güzel olduğunu zanneder. Ama tam da bu ‘mavi hat’tı adımladığında, İstanbul/Hatıralar ve Şehir’de de geçtiği üzere İstanbul’u ölçüsüz ve lirik bir coşkuyla övebilmenin bedeli artık o şehirde yaşamamak ya da ‘güzel’ bulunan şeye dışarıdan bakmak demektir.
“İstanbul, Artık Kebap Kokmaktadır”
Yine Yavuz Turgul’un 1987’de yazıp yönettiği Muhsin Bey filminde ‘Muhsin Kanadıkırık’ rolüne hayat veren Şener Şen, payitahtın final cümlelerinden birini şöyle söyler aslında: “İstanbul artık kebap kokmaktadır.” Bu arada Muhsin Bey için de İstanbul’dan kaçıp sığınılacak yer Üsküdar’dan başkası değildir: “Çok paramız olursa Üsküdar’da bir ev alırım Kız Kulesi’ni gören, yeter Beyoğlu’nun kahrını çektiğim. Tekrar tesbih yapmaya başlarım. Eski arkadaşlar toplanıp fasıl geçeriz.” Film; yitip giden İstanbul kültürünün yasını tutması, ‘sonradan görme’lerin saltanatını, mafyatik zenginlerin siyasetini, koca İstanbul’un büyük bir Anadolu kasabasına dönüşmesini göstermesi açısından hüzünlü bir eleji. Tam burada Besim F. Dellaloğlu’nun Flu TV’deki ‘Kültür Savaşları’ programında dediği gibi “Gerçek bir şehirde Divriği İş Adamları Lokali, Elbistan Tüccarları Derneği diye devasa tabelalar olmaz.” Evet İstanbul; bölük pörçük köy kahvelerinden müteşekkil bir puzzle bugün. Bakalım buradan hangi sosyolojik sahneler çıkacak dedikten sonra konuyu yavaştan toparlayalım.
İstanbul Fotoğrafının Arabı!
II.Mehmed’in Konstantinopolis tahrip olmasın diye yağmayı bile kısa kestirdiği kayıtlı. Hâl böyleyken; Fatih’in emaneti daha önce başka yazılarda da kaydettiğim üzere ‘finans kapital’in metresi olmuş durumda. Evet İstanbul, Ali Nazik’lerin garsoniyeri konumunda. Yeri gelmişken; 28 Mayıs-30 Ağustos 2013 tarihinde vuku bulan Gezi Olaylarını, “Vaka-yı Geziyye” olarak değerlendiren Cemal Kafadar’ın Ocak 2023’te Yedikule Bostanları’nın yok olmaması için verdiği mücadelenin ilhamı bir yana, dünya çapında şöhretli bir tarihçinin ileri yaşında böylesi bir ‘kent hakkı’ eylemine girişmesi gelinen nokta itibariyle hem üzücü hem düşündürücü. 2024 Türkiye’sindeyse düzensiz göçün de etkisiyle İstanbullular artık esir statüsünde. Gittikçe çakma bir Dubai’ye benzeyen, zenginlerin çok zengin; hatta sadece zenginlerin yaşam hakkını sahip olduğu, geri kalanlarınsa mevcut ekonomi için payandaya, bir dolgu malzemesine dönüştüğü, sahilleri yabancı sermayeye peşkeş çekilen, vatandaşlarının sadece Sultanahmet civarında mısır, kestane ve simit yenmesine müsaade edildiği bir şehir var karşımızda. 29 Mayıs 1453’te zapt edilip Türklerin eline geçtiği söylenen günümüz İstanbul fotoğrafının arabı kısaca böyle.
“Şimdi Süleymaniye’yi Yıksalar Umurumda Olmaz”
16/9’ların sadece Tarihî Yarımada’yı değil, bütün bir İstanbul silüetini bozmaya devam ettiğini gördükçe, Yahya Kemal’in Süheyl Ünver’e söylediği şu söz aklıma düşüyor ve ne yalan söyleyeyim, korkuyorum: “Doktor, üzülme. Ben de mütareke devrinde bir yıkık duvarı kaldırdılar diye kederimden günlerce hasta yattım, ağladım. Şimdi Süleymaniye’yi yıksalar umurumda olmaz. Bak daha beş yüz sene olmadı. Bizans Sarayı nasıldı diye temellerini kazıp mana çıkarmaya uğraşıyorlar. Beş yüz sene sonra da Süleymaniye acaba nasıldı diye temellerinden hüküm vermeye çalışacaklar. Sen ve ben göreceğimiz ve gördüklerimizle kalacağız.”