Kendilerine anlatılan tarihi öyküleri bu denli içselleştiren insanların, bu tarihe gerçek hayatta nasıl sahip çıkıldığını merak edip, sorgulamaması garip.
Loading...
Bu hafta sonum çok yoğun geçti. Bir üretim tesisinin temel atma törenleri için Bilecik’e gitmem gerekiyordu. Aynı zamanda Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenlikleri vardı Bilecik’te. İlk kez Bilecik’e gidecektim ve Söğüt’e gideceğim için de oldukça heyecanlıydım. Ama yaşadıklarım tam bir hayal kırıklığı oldu.
Ülkemizin insanları tarihi menkıbelere meraklıdır. Geçmişte gazetelerde yer alan pehlivan tefrikaları buna güzel örnektir. O yüzden de o tefrikalarda anlatılanlarla tarihi gerçekler çoğu zaman karıştırılır. Sürekli övülmek, atalarımızın her zaman doğruyu yaptığına inanmak ve geçmişteki kahramanlıklardan bahsedilmesi sevilir bu toprakların insanları tarafından. Böyle menkıbeleri anlatan “
tarihçileri” de çok sever insanlarımız. Sanırım kültürel bir şey bu.
Bu tarihçilerden biri olan rahmetli
Cemal Kutay’ı da çok severdi bu toprağın insanları. Kendisi uzun yıllar yaşamıştı. Hatta kendi yaşamı boyunca gördükleri bile rahmetliyi yakın tarih konusunda eşsiz bir bilgi kaynağı yapmıştı.
Çok uzun yıllar Cemal Kutay da öykülerini, tarihi gözlemlerini bir hikâye anlatıcısı gibi kamuoyuna anlattı. Kendisi de yakın tarihte yaşananların parçası olduğu için, gördüğü ve yaşadıklarını anladığı ölçüde dile getirmeye çalıştı.
Eskiden yazdıkları çok okunurdu. Şimdi ise eserlerine çok rastlanmıyor. Cemal Kutay’ın tarihçiliği maalesef olayları kendince anlatmak, öyküleştirmekten öteye gitmedi. Bir bakıma yazdıkları bilim camiası tarafından kabul görmese de, halkımız nezdinde sevilir ve okunurdu.
Açıkçası ben de birçok eserini severek okuduğumu hatırlarım.
Çoğu nesnellikten ve bilimsel tahlilden uzak, duygusallık yüklü kahramanlık öyküleriydi. Böyle bir tarih okumasının kamuoyuna aktarma şekli ve araçları değişmiş olsa da, ana fikir hep aynı.
Çoğu zamanda nesnellikten uzak, duygu yoğun bir şekilde geçmişi tekrar yorumlayarak, bunun üzerinden yeni bir gelecek yaratmak.
Malum olduğu üzere yeni Türkiye okumak yerine görselliği tercih eder oldu son yıllarda. Televizyonlardaki tarihi dizileri seyrederek geçmişini öğrenmeye başladı. Hatta bu dizilerin senaryoları üzerinden topluma yeni bir tarih bilinci empoze edilmeye çalışıldı. Bu bilinç ağırlıklı olarak bugünkü siyasetinin ihtiyaçlarına hizmet etmeyi amaçlayan düşüncelerle yoğrulmuş, “
milli beka” ve “
birlik” temin etmeyi hedefleyen, yeni bir bilinç oluşturma çabasıdır. Bunun da kaynağını hepimizin gurur duyduğu bir geçmişe sahip olma duygu ve düşüncesi oluşturmaktadır. En azından şekli olarak durum budur.
Aslında bunda bir sorun yok. Sanayi toplumlarında ulus devlet anlayışına geçildikten sonra, toplumu bir arada tutmaya yarayacak böyle bir bilinç oluşturmaya yirminci yüzyılda hemen hemen her toplum ihtiyaç duydu. Ulus bilincinin bizde çıkışı batıya göre çok daha geç de olsa, Osmanlı imparatorluğunun son zamanlarında ortaya çıkmış, Cumhuriyetle birlikte de güçlenerek bu topraklarda hâkim olmuştur.
Zamanla bu toplumu bir arada tutan en önemli harçlardan biri haline gelmiştir.
AKP iktidarı son zamanlarda teşvik ettiği tarihi dizilerle ülke insanlarına yeni bir tarih öğretisi sunmaya başladı. Vatandaşlarımız da, atalarımızın kahramanlıklarını anlatan bu dizileri severek izledi.
Muhteşem Süleyman ile başlayan,
Abdülhamit ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunu konu edinen dizilere kadar devam eden birçok dizi bu amaçla yapıldı.
Bu dizilerle oluşturulmak istenilen tarih bilincinin ve buna dayanan tarih öğretisine verilen önemin sınırlarının sadece bu dizilerle sınırlı kalması ve bu dizilerde geçen mekânlara karşı ilgisizlikle ortaya çıkan “samimiyetsizliğe” dikkat çekmek isterim.
Dizilerin içeriğini, verilen bilgilerin doğruluğu veya yanlışlığını burada tartışmak istemiyorum. Zira onlar başlı başına tartışma konusu. Ancak bu dizilerle oluşturulmak istenilen tarih bilincinin ve buna dayanan tarih öğretisine verilen önemin sınırlarının sadece bu dizilerle sınırlı kalması ve bu dizilerde geçen mekânlara karşı ilgisizlikle ortaya çıkan “
samimiyetsizliğe” dikkat çekmek isterim.
Bu samimiyetsizlik hem siyasi iradede, hem de kendilerine sunulan tarihi gururla seyreden ve kabul eden kamuoyunda hâkim.
Düşünsenize. Dizilerde geçen savaş sahnelerini evlerinde yaşayan izleyicilerin, oluşturulan mizansenin gönüllü bir parçası olurlarken, hiçbir şeyi sorgulamadan, kabullenmesi gerçekten ilgi çekici.
Kendilerine anlatılan tarihi öyküleri bu denli içselleştiren insanların, bu tarihe gerçek hayatta nasıl sahip çıkıldığını merak edip, sorgulamaması garip.
Bu
samimiyetsizliğin somut bir örneğini bu hafta sonu yaşadım. Doğrusu etkilendim ve affınıza sığınarak bu duygularımı paylaşmak istedim.
Kavramların, mekân ve insanların siyasetçiler için birer araç olduğunu bir kez daha gördüm. Yaşadığım ve gördüklerim aslında bununla ilgili.
Hafta sonu
Ertuğrul Gazi’yi Anma ve Söğüt Şenlikleri yapıldı Bilecik’te. Dediğim gibi, benim için bir ilkti ve belli bir beklenti oluşturmuştum. Öyle ya, siyasetçisinden, gazetecisine, oradan sıradan vatandaşına kadar herkes ecdadının mirasına sözde sahip çıkıyor. Onun yaptıklarıyla guru duyuyor. Ama bu hafta sonu orada gördüğüm bir sahipsizlikti.
İhya edilmesi gereken bir yurt yerine, ihmal edilmiş bir kasaba göreceğimi hiç ummuyordum.
Söğüt Osmanlı İmparatorluğunun doğduğu yer. Bu imparatorluğun torunları olduğunu iddia eden bir siyasi anlayış da iktidarda.
Sadece onların değil hepimiz “anayurdu” olarak görülmesi gereken bir yer Söğüt.
Bu şenlik ülkemizdeki yörük boylarının 741 yıldır aksatmadan toplandıkları bir şenlik. Son yıllarda siyasiler de çeşni olmuşlar. Çeşni olmuşlar ama şenliklerden sonra çok fazla ilgi göstermemişler bu kasabaya.
Bol bol hamaset yapıp, sonrasında kasabayı modern dünyadaki kaderiyle yalnız bırakmışlar. Ona yeni bir anlam ve vizyon katmaya çalışmamışlar.
Madem atalarımızın yaptıklarını sahipleniyor, onlarla gurur duyuyoruz. Neden onların yaşadığı ve muhteşem bir imparatorluk kurup, dünyaya yayıldığı bu güzel kasabayı ihya etmiyoruz? Onu layık olduğu güzelliklere ulaştırmıyoruz. En basitinden onu neden insanlarımızın gidip, görmeye can atacağı bir çekim merkezi haline getirmiyoruz?