Reel sektör gözüyle krizin etkileri

Abone Ol
Öyle görünüyor ki, kriz şartları yılbaşına kadar daha da ağırlaşacak, sonrasında ekonomik göstergeler uygulanmakta olan seçim politikalarıyla bir miktar düzelse de özellikle seçim sonrasında kazananın kucağında bir bomba olarak kalacak.

Loading...

Bugüne kadar çok fazla kriz gördük, yaşadık. Dünya’da bölgesel krizler dışında, önemli ekonomik krizler 1873 krizi, 1929 Büyük Buhran, 1970 krizi, 2008 krizi ve son olarak 2018’den başlayarak pandeminin de etkisiyle büyüyerek günümüze kadar gelen son krizdir. Tarihte bilinen ilk kriz 1873 krizidir, 79’a kadar sürmüştür. Amerika’da üretim fazlalığı sebebiyle, ürün fiyatları çok düşmüş, bazı fabrikalar zararına satış yapar hâle gelmiştir. Bunun sonucunda işçi çıkarmalar ve iflaslar yaşanmıştır. Bundan firmaların finansörü konumundaki bankalar da kötü etkilenmiştir. Ayakta kalan büyük bankalar batan bankaları ve şirketleri yok pahasına alarak monopol oluşturmuşlardır. Bir görüşe göre finans sektörü reel sektörü ele geçirmiştir ve bu krizin etkileri kapitalizmin rekabetçi yapısını paracı ve tekelci bir yapıya dönüştürmüştür, bunun etkileri hâlâ görülmektedir. Marx ne diyordu? Kapitalist üretim süreci kendi içinde istikrarsızdır ve sürekli krizler yaratır. Keynes 1936’da kapitalist üretim sürecinin genel eğilim olarak efektif talep sorunu yaşadığını ve bunun devlet müdahalesi olmadan düzeltilemeyeceğini söylüyordu. Baba liberallerin kemiklerini sızlatan bu Keynesçi, devlet destekli, sosyal adaletçi önerme kapitalizme o yıllardan itibaren can simidi olmuştur. Kapitalizme önemli katkı yapan Avusturyalı iktisatçı Schumpeter kapitalist üretim sürecindeki iniş çıkışları kabul etmekle birlikte buna “yaratıcı yıkım” demiştir. Ben de kapitalizmin krizlerle sürekli format attığına ve kendi kendini dönüştürerek sürdürdüğünü düşünenlerdenim. 1929 büyük krizi Amerika’dan başlayarak tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Tüm dünyada ürün fiyatları çok düşmüş, sadece şirketler değil, ülkeler de iflas etmiştir. Çünkü sanayi üretimi yapan büyük batılı ekonomilerin ithalatı yarı yarıya düşmüş, bu ekonomilere girdi ve hammadde sağlayan diğer ülke ekonomileri adeta batmıştır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu noktada çok hızla pozisyon değiştirerek, cumhuriyetin kuruluş aşamasında İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlarla, çok sığ olan sermaye, arz ve talebi geliştirme yolunda, özel sektörün serbest bırakılarak ve desteklenerek ülke kalkınmasını gerçekleştirme yöntemini terk etmiş, 1931 yılından itibaren devletçi bir yapıya bürünerek planlı kalkınma hedefini benimsemiştir. 1923-38 yılları arasındaki dönemi iktisadi açıdan ikiye ayırmak mümkündür. Birincisi kısmi liberal dönem, ikincisi devletçi plancı dönem. Birincisinde devlet düzenleyici ve destekleyici iken ikincisinde güdümcü ve girişimcidir. Bu yolla özellikle hammaddesi ülke içinden sağlanan ürünlerin üretimini yaparak ve ithal sanayi ürünlerine olan bağımlılığı azaltarak başarılı sonuçlar alınmıştır. 20 yıl süren Vietnam Savaşı’nın etkisiyle 70’lerden itibaren, aşırı savunma harcamaları sebebiyle durgunluk şeklinde kendini gösteren kriz yine finans sektörünün devreye girmesiyle aşıldı. Amerika’da bankalar vasıtasıyla işçilere, çalışan geniş kesime kredi muslukları açıldı, tüketici kredileri, “mortgage”ler, savaş sonrası pompalanan tüketim eğilimleri ekonomiyi canlandırdı. Burada önemli bir nokta var. Bildiğimiz gibi 1944’te, 2.Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomisini, özellikle parasal sistemi dizayn etmek maksadıyla Amerika’da Bretton Woods anlaşması imzalandı. 44 ülkenin katıldığı bu konferansta ülke paralarının sabit kur sistemine geçmesi ve değişim değerlerinin (parite) dolara bağlanması kararı alındı. Çünkü geçmişte dünya ekonomik sisteminde ve ticaretinde en geçerli olan Sterlin altın karşılığı olarak basılıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımı esnasında bundan vazgeçildi ama dolar altın karşılığı olarak basılmaya devam etti. İşte 1971’de Amerika bu taahhüdünden de tek taraflı olarak vazgeçti ve aslında mertlik bozuldu. Amerika da karşılıksız para basmaya başladı, bu yolla ekonomisini canlandırdı. Finans sektörü kaynaklı krizlerin en büyüğü 2008 krizidir. Bu kriz “subprime mortgage” kredilerin ödenmemesi sonucu ortaya çıkmış, sonucunda Lehman Brothers’ın batışıyla önce Avrupa’ya sonra tüm dünyaya yayılmıştır. Giderek reel sektörü de etkisi altına almış, bazı ülkelerde resesyon, bazılarında stagflasyona hatta depresyona sebep olmuştur. Türkiye bu krizden hafif yaralarla kurtulmuştur. Bunun sebebi içte uygulanan etkin ve esnek likidite metodu ve dışta global finans sektörünün kendisini hızla toparlamasıdır. Gelişmiş ülke merkez bankaları krizle baş etmek için faizleri aşağıya çekmiş, o tarihte zaten şişmiş olan uluslararası dolaşımdaki para daha karlı gördüğü Türkiye gibi ülkelere yönelmişti.
Finans sektörü kaynaklı krizlerin en büyüğü 2008 krizidir. Bu kriz “subprime mortgage” kredilerin ödenmemesi sonucu ortaya çıkmış, sonucunda Lehman Brothers’ın batışıyla önce Avrupa’ya sonra tüm dünyaya yayılmıştır.
Türkiye’deki ekonomik krizler sırasıyla 1994, 2001,2008 ve günümüzdeki krizdir. 94 krizi yurtiçi faiz oranını düşük tutma çabasının ülkeden sermaye kaçışına neden olması sebebiyle çıkmıştır. 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbest bırakılmasıyla, kur ayarlamaları satın alma paritesi artış oranlarının altında tutulmuş, TL. aşırı değerlenmiştir. Bu yolla ülkeye önemli miktarda sıcak para girişi olmuştur, sonrasında hükümet kararıyla faizler düşmüş, TL. tutma cazip olmaktan çıkmış, uluslararası derecelendirme kurumlarının not düşürmesiyle güven ortamı ortadan kalkmış, devalüasyon beklentisi ve dolarizasyon had safhaya çıkmıştır. 94 yılı içinde peş peşe üç devalüasyon yaşanmış, sonuçta faiz/kur makasının daralması sıcak para kaçışıyla sonuçlanmıştır. 2001’de yüksek borç stokları, bankaların görev zararları ve içi boşaltılmış bankacılık sistemi ile krize hazır bir zemine getirilen ekonomi basit bir siyasi kriz ile patlatıldı. Borsa krizin üçüncü gününde %29 değer kaybetmiş, çok sayıda şirketin tahtası kapanmış, gecelik repo faizleri %7500’leri görmüş, 7,6 milyar dolarlık döviz çıkışı kaydedilmiş, enflasyon %90 olmuş, sonuçta Türkiye %9,5 küçülmüştür. 2001 krizi Türkiye’nin en büyük finansal ve bankacılık krizidir, Türkiye’ye 20 milyar dolara mal olmuştur. 2008 krizi az önce söylediğim gibi hafif atlatılmıştır. Bunda en önemli sebepler, 2001’de Türkiye’nin benzer bir finansal kriz yaşanmış ve bazı olumlu adımların atılmış olması, sürecin Merkez Bankası tarafından iyi yönetilirken, Dünya’daki sıcak paranın gelişmekte olan ülkeler içinde Türkiye’ye de uğramış olmasıdır. Başka bir ifadeyle kriz Türkiye’yi teğet geçmiştir! Gelelim günümüze! 2018 yılından itibaren başlayan ve pandemi ile birlikte sorunların ağırlaşarak global krize dönen krizin temel nedeni ekonomiyle ilgili güven bunalımıdır. Yatırım güvencesinin azalması dolarizasyonun başlıca sebebidir. Türkiye krize yüksek borç stoğu, aşırı cari açık ve değerli TL ile yakalanmıştır. Haziran 2018’te 4,58 olan dolar kuru bugün 18 TL’nin üstündedir; 4 yılda 4 misli değer kazanan dolardan söz ediyoruz. Bunun makro ekonomideki sonuçları, ekonomik durgunluk, artan borçlar, kredi temerrütleri, kredi bulmaktaki güçlükler, artan işsizlik, TL’nin değer kaybı, yükselen ve sürekli yükselme eğiliminde olan enflasyon olarak karşımıza çıkıyor.
Başkan ve kabinesi uyguladıkları ekonomik reçete ile cari açığın azalacağını iddia ediyorlar. Ama ekonomi bilimiyle problemli olduklarından anlamadıkları noktalar var. Enflasyonla mücadele ederken ekonominizi soğutmanız gerekir. Hepsi bir arada olmaz.
Pandeminin tüm dünyada görülen olumsuz etkilerinin yanı sıra; yüksek cari açık, yüksek dış borç, ABD ve AB ile yaşanan siyasal ve stratejik sorunların karşılıklı ilişkilere olumsuz yansıması; ülke düzeyinde en başta kurulmuş olan yanlış hipotez (faiz sebep enflasyon sonuç saçmalığı), bunun çerçevesinde sürdürülen düşük faiz politikası, eriyen Merkez Bankası stokları, geciken yapısal reformlar, seçim tartışmaları, sürdürülen hukuksuzluk ve tek merkezli yanlış politikalarla giderek azalan iç ve dış itibarla kriz giderek derinleşmektedir. Öyle görünüyor ki, kriz şartları yılbaşına kadar daha da ağırlaşacak, sonrasında ekonomik göstergeler uygulanmakta olan seçim politikalarıyla bir miktar düzelse de özellikle seçim sonrasında kazananın kucağında bir bomba olarak kalacak. Pandeminin olumsuz etkisi hiç şüphe yok ki çok önemli. Bu süreçte üreten ve özellikle hammadde ve ara mal üreten firmalardaki üretim kaybı, dünya çapında bir tedarik sorunu yaratmıştır. Girdi ve navlun fiyatları çok yükselmiştir, tedarik, imalat, lojistik maliyetleri çok artmıştır. Dünya çapında doların değerlenmesine karşın, tüm dünyada emtia fiyatları dolar bazında artış göstermiştir. Bu tüm dünyayı enflasyonist baskı altına almıştır. ABD ve AB’de enflasyon oranı %9 seviyesine gelmiştir. Haziran 2022’de Amerika Merkez Bankası politika faizini 3,75-4,00 seviyesine getirdi. Üstelik yeni artışlar bekleniyor. Buna karşın Avrupa Merkez Bankası’nın bu konuda geri kalması Euro’yu diğer dünya paraları gibi dolara karşı güçsüzleştirdi ve tüm dünya önlenemez bir dolarizasyonun etkisine girdi. Bunda Amerika’nın dünyada dolaşımdaki doları azaltma çabası da etkili oldu. Ekonomide temel kurallardan biri talep artışını değer artışına neden olduğudur. Bu etkiyi ülkemizde de yaşıyoruz. Dış kredi olanaklarının azalması ve kredi maliyetlerinin aşırı artmasıyla birlikte, Türkiye’nin dış borcu çevirmesi zorlaşmıştır, yabancı derecelendirme kuruluşlarının not kırmasıyla güven ortamı tamamen ortadan kalkmış, Türkiye’nin risk primi çok artmıştır. Çevremden de gözlemlediğim kadarıyla, dövizin bir ara yükselmesi ihracat yapan firmaların yüzünü güldürmüştür, ancak sonrasında yaşanan maliyet artışları, tedarik sorunları, uluslararası piyasalarda düşen ihracat fiyatları ve ithalat girdi fiyatlarının da çok yükselmesiyle tablo tersine dönmüştür. Zaten Türkiye ekonomisinin açmazı burada saklı bence. Başkan ve kabinesi uyguladıkları ekonomik reçetenin üretimi, büyümeyi desteklemek amaçlı olduğunu söylüyorlar. Bunun sonucunda ihracatın artacağını, cari açığın azalacağını iddia ediyorlar. Ama ekonomi bilimiyle problemli olduklarından anlamadıkları noktalar var. Enflasyonla mücadele ederken ekonominizi soğutmanız gerekir. Hepsi bir arada olmaz.
Son zamanlarda TÜİK’in enflasyon, kapasite kullanımı, geçim endeksi gibi rakamları yönetime yakın, benim de üyesi olduğum İTO rakamlarıyla bile çelişmektedir. İTO’nun İstanbul için enflasyon oranı %108. Burada bir manipülasyon olduğu açıktır.
Üstelik Türkiye’nin kronik bir dış ödemeler dengesi sorunu vardır. İhracatın ithalatı karşılama oranı önemlidir, ancak esas önemli olan ithalatın niteliğidir. Bizim ithalatımız içinde ezici çoğunluk hammadde ve ara mamul ithalatıdır. Yine teknoloji transferi önemli bir kalemdir. Tüketim malları çok daha düşük bir seviyededir. Bu ithalat yoluyla dışarıya bağımlılığı beraberinde getirmektedir. Üretim ve ihracat yapmak için ithalat yapmak zorundayız. 2020 ve 2021 ihracat-ithalat kalemlerini incelersek, 2020’de ihracat 169 milyar dolar, ithalat 219 milyar dolar, ihracatın ithalatı karşılama oranı %77, dış ticaret açığı kabaca 50 milyar dolardır. 2021’de ihracat 225 milyar dolar, ithalat 271 milyar dolar, karşılama oranı %83, açık 46 milyar dolardır. Göreceli bir düzelme var gözüküyor, ancak iki yılın mukayesesi hem bunu söylemek için yeterli değildir, hem de konjonktürel etkiler mevcuttur. Dış ödemeler dengesini düzelten kaynağı gri yabancı sermaye transferleri ile birlikte rakamlardaki belirsizlik ve güvensizlik ayrı bir tartışma konusudur. Devlet güdümündeki TÜİK rakamlarıyla örneğin ENAG enflasyon rakamları arasında uçurum mevcuttur. Ağustos 2022’de TÜİK’in açıkladığı enflasyon oranı %79,6 iken ENAG’ın oranı %176’dır. 100 puana varan farklılık ne hesaplama teknikleriyle ne sepette hangi ürünlerin olmasıyla ilişkilendirilemez. Kaldı ki son zamanlarda TÜİK’in enflasyon, kapasite kullanımı, geçim endeksi gibi rakamları yönetime yakın, benim de üyesi olduğum İTO rakamlarıyla bile çelişmektedir. İTO’nun İstanbul için enflasyon oranı %108. Burada bir manipülasyon olduğu açıktır. Ülkede dolarizasyonun etkisini kırmak iddiasıyla getirilen Kur Korumalı Mevduat aslında tam tersi dolarizasyon etkisi yapmaktadır. Ekonomi yönetimi üstü örtülü bir şekilde ülke ekonomisini, yatırımları, yatırımcı kararlarını dolar kurunu bağlayarak bunu sağlıyor aslında. Ülkemizde açık ve örtülü döviz mevduatın payı Mayıs 2022 itibarıyla %76 olmuştur. TÜİK’in verileriyle bile, hiçbir TL. yatırım aracının pozitif getiri getirmediği bir ortamda dolarizasyonu önleyemezsiniz. GSYH 2018’de %2,8, 2019’da %0,9 ve 2020’de %1,8 olarak düşük seviyede artmıştır. Türkiye’nin brüt dış borcu 441 milyar dolar, GSYH’ye oranı %54,9’dur. Bunun 235 milyarı özel sektöre aittir. İlave olarak 14,7 milyarlık borç hazine garantilidir. Özel sektörün ödeyememesi durumunda borç kamu borcu haline gelmektedir. TCMB’nin dış borç stoğu 2020’ye kadar 8,4 milyar dolar iken, 2020’de 19,6, 2021’de 26 milyar dolara çıkmıştır. Merkez Bankası’nın rezervleri fiilen eksiye düşmüştür, banka yönetimi swap yoluyla kısa vadeli borç arayışına girmiştir. Bütçe açığı Nisan 2022’de 50 milyar TL’nin üstüne çıkmıştır. Bunun 31 milyardan fazlası faiz dışı açıktır. Makro düzeyde sıkıntının büyük olduğu, dış borç stoğunu çevirmenin zor hale geldiği açıktır. Gelelim piyasaya etkilerine. İstanbul Sanayi Odasının 500 büyük sanayi kuruluşu üstünde yaptığı araştırmada borçların öz sermayeye oranı %217’yi bulmuştur. Sermaye sığlığı Türk özel sektörünün kronik sorunudur. Sermaye piyasası da sığdır. Örneğin, yatırım fonlarının GSYH’ya oranı G.Kore’de %33, Yunanistan’da %12 Türkiye’de %2,2’dir. Şirketlerin finansman bulma kabiliyeti çok azalmıştır. Sermaye piyasası sığ olmasının yanında, Borsa İstanbul’da en son yaşanan rezaletler gibi manipülatif hareketlerle güvenilirliğini iyice yitirmiştir. Bankacılık sistemi başlangıçta piyasayı fonlamış bu sebeple son yıllarda bankaların ciroları ve kâğıt üstü karları çok artmıştır. Ancak şimdi büyüklü, küçüklü tüm şirketler için krediye ulaşım da zorlaşmaktadır. Bankalar para musluklarını kesmiş durumdadır. BDDK kararıyla, döviz varlığı 10 milyon TL’nin üstünde olan şirketlerin TL kredisi kullanması yasaklanmıştır. Şirketlerin yabancı para nakdi varlıklarının şirketin aktif toplamından veya yıllık net satış hasılatından hangisi büyükse onun %5’ini aşması durumunda söz konusu şirkete nakdi ticari kredi kullandırılmayacak. Şu anda şirketler finansman ihtiyaçlarını tahvil yoluyla karşılamaya çabalıyor. Ancak büyük şirketler dışında bu olanakta sınırlıdır. Ocak 2022’de ihracatçılara zorunlu döviz devir uygulaması başlatılmıştır. Tüm bunlar serbest piyasa ekonomisine müdahaledir ve bir nevi sermaye kontrolü anlamı taşır. Aynı müdahaleci tavır Hazine’nin Gelire Endeksli Senetlerin getirisi üzerine %25,5 üst sınır getirilmesinde, döviz hesaplarına uygulanan karşılık oranlarının arttırılmasında, bankaların döviz tutma sınırını %20’den %5’e çekilmesinde karşımıza çıkıyor. Özetle, yanlış bir tez üstünden, yanlış kararlarla ekonomide yaratılan kaos ve yönetilemeyen kriz yasaklarla denetim altına alınmaya çalışılıyor ama nafile. Kapasite kullanım oranı 2020’de %61,9, 2021’de %77 ve Mayıs 2022’de %78 olarak gerçekleşmiştir. Bu oranlara bakarak, pandeminin sıcak zamanlarında yaşanan kapanmalardan sonra düzelme olduğu söylenebilir; ancak üretim yapan şirketler, başta girdi ve enerji olmak üzere artan maliyetler ve azalan gelirlerle işlerini çevirmekte büyük güçlük çekiyorlar. Üstelik bu şirketlerin üstünde ciddi bir işçi tazminat yükü devam ediyor. Sanayicilik özünde bisiklete binmek gibidir. Sürekli pedal basmak zorundasınızdır, ancak şimdi dinlenmek lüksünüz hiç yoktur, can pahasına üretime devam etmek zorundasınız. Aksi taktirde batarsınız!