Türkiye ve İran arasında oluşan ‘güvenlik ikilemi’ ve septik bakış açısı ikili ilişkilerdeki sorunları daha da derinleştirmektedir. Görkem Dirik son gelişmeler bağlamında iki ülke ilişkilerini yazdı Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye yönelik askeri operasyon hazırlıklarına devam ettiği bu günlerde bölgede kartlar yeniden dağıtılıyor. Rusya’nın jeopolitik önceliğini Suriye’den Ukrayna’ya kaydırmasıyla oluşan güç boşluğunu doldurmaya çalışan Tahran ile Suriye’nin kuzeyinde kendisine yönelen tehditleri bertaraf etmek isteyen Ankara karşı karşıya gelebilir. Irak’tan Lübnan’a Yemen’den Karabağ’a uzanan geniş bir alanda iki ülke çıkarlarının çatışması ve zıt grupları desteklemeleri nedeniyle gerilen ipler, Suriye üzerinde tam anlamıyla kopabilir. Bu durum ise Türk-İran ilişkilerinin ‘rekabetçi iş birliği’ (co-opetition) dinamiğinde rekabet unsurunun ağır basmasına neden olabilir. İRAN’IN BÜYÜK ÇARESİZLİĞİ Ambargoların olumsuz etkilerinin nitelik ve nicelik olarak artmasına rağmen İran iddialı ve cüretkâr dış politikasından taviz vermiyor. Özellikle, ekonomisinin her sene daha da kötüleşmesiyle ülkede rutin hale gelen halk protestoları geçtiğimiz mayıs ayında da tekrarlanmış ve temel gıda maddelerine yapılan zamlara itiraz eden kitlelerin ülke çapında sokağa dökülmelerine yol açmıştı. Rejim tarafından İran halkının sosyal medyaya erişimi ve bilgi paylaşımı kısıtlansa da protestoların temel sebebinin ağırlaşan yaşam koşulları olduğu bilinmektedir. Ayrıca, protestolar sırasında verilen tepkilerden, dünyadan tecrit edilmiş, kapalı ve arkaik bir yönetim anlayışının genç nesil İranlıların beklenti ve taleplerini karşılayamadığı da anlaşılmaktadır. Buna ek olarak, 30 milyona yaklaşan ve ülkenin kuzeyindeki Tebriz bölgesinde yoğunlaşan Türkçe konuşan nüfus (Güney Azerbaycan Türkleri) arasında artan etnik bilinç, ana dilde eğitim ve özerklik gibi talepler de protestolar sırasında kalabalıkların dile getirdiği sloganlara yansımıştır. Söz konusu bu ekonomik ve etnik huzursuzlukların periyodik olarak Tahran yönetimini hedef alan kitlesel hareketlere dönüşmesi rejim ile halk arasındaki uçurumun derinleşmeye devam ettiğini göstermektedir. Ancak tüm enerjisini ülkedeki olayları yatıştırmaya yönelttiği bir dönemde Tahran, dış politikada da yeni ihtilaf alanları ile yüzleşmek durumunda kalmıştır. Özellikle Irak, Suriye, Türkiye ve İsrail hattında yaşanan olağanüstü gelişmeler ve konjonktürel değişimlerin İran’ı teyakkuza geçirdiği söylenebilir. İsrail’in Şam Havalimanını bombalayarak kullanım dışı bırakması ve İran toprakları içerisinde üst düzey isimlere düzenlenen suikastlar İran-İsrail arasındaki tansiyonu daha da yükselterek deyim yerindeyse sessiz bir savaş başlatmıştı. Arkasında Mossad olduğu iddia edilen suikastlar sonucu Devrim Muhafızlarına bağlı Albay Hodayi, Albay Ali İsmailzade’nin yanı sıra İran’ın kritik öneme sahip nükleer projelerinde görevli mühendislerinden Kamran Ağamollai ile Eyüp Entezari’nin ölümleri İran’ı İsrail’e karşı misilleme amaçlı harekete geçirdi. Ancak, İsrail ve İran arasında oluşan yüksek gerilim hatlarının Türkiye üzerinden geçmesi Ankara’yı da ister istemez bu savaşın bir parçası haline getirdi. Hızlı bir normalleşme sürecine giren Türk-İsrail ilişkilerinin kendi aleyhinde bir mahiyet kazanabilme olasılığı İran’ı oldukça rahatsız etmektedir. Bilhassa, Tahran’ın başat güç olmaya çalıştığı Suriye’de Türkiye’nin olası askeri operasyonunun İsrail’in de çıkarlarıyla örtüşmesi Tahran’ın endişelerini daha da arttırmaktadır. İsrailli birçok üst düzey ismin de olası Suriye operasyonunda Türkiye’ye operasyonel ve istihbarat desteği verilebileceğini beyan etmesi Tahran’ı iyice köşeye sıkıştırmış olabilir.
Türkiye ile İran’ın zıt taraflarda bulunduğu ve hatta hamisi oldukları vesayet unsurları üzerinden birbirleriyle çatışma halinde oldukları bir başka bölge ise Irak.
Dahası, İran istihbaratına bağlı timlerin Türkiye’de İsrail vatandaşlarına yönelik suikast girişimlerinin MİT ve Mossad ortak çalışmalarıyla engellenmesi de Tahran’ın keyfini kaçıran bir başka gelişmeydi. Zira bu durum İran’ın hem İsrail’e misillemede bulunabilme hem de Türkiye ve İsrail arasında yeni bir ihtilafa sebebiyet verebilme planlarını sekteye uğrattı. Dolayısı ile, bölgenin en önemli iki ülkesini kendi karşısında doğal bir ittifaka iten İran, Türk-İsrail yakınlaşmasının Suriye’de olası bir birlikteliğe dönüşmesini engellemek adına harekete geçmek zorunda kaldı. Nitekim, pazartesi günü Ankara’ya resmi bir ziyaret gerçekleştiren İran Dışişleri Bakanı Emir Abdullahiyan yaptığı açıklamada ‘Türkiye’nin Suriye’deki endişelerinin giderilmesi gerektiğini’ vurgulayarak askeri operasyon seçeneği dışındaki her türlü iş birliğine yeşil ışık yakmaya çalıştı. Lakin, ‘yeşil ışık’ yakılmasındaki ana gayenin Ankara’yı hem Suriye’deki askeri operasyondan vazgeçirmek hem de Suudi Arabistan ve İsrail gibi İran’ın doğal hasımları ile yakınlaşmasının Tahran’a karşı bir mahiyet kazanmasını engellemek olduğu kısa sürede anlaşıldı. Zira cumartesi günü Şam’a giden Abdullahiyan burada 180 derecelik bir söylem değişikliğine giderek ‘Türkiye’nin endişelerini anladıklarını ve fakat Suriye’de herhangi bir askeri müdahaleye karşı’ olduklarını beyan etti. Bu söylem değişikliğini İran’ın yatıştırma politikasının Türkiye’nin askeri operasyon konusundaki kararlılığını değiştirememesi üzerine Tahran’ın reel-politikaya dönüşü olarak okuyabiliriz. TÜRK-İRAN REKABETİNİN MERKEZ ÜSSÜ: IRAK Türkiye ile İran’ın zıt taraflarda bulunduğu ve hatta hamisi oldukları vesayet unsurları üzerinden birbirleriyle çatışma halinde oldukları bir başka bölge ise Irak. Bilhassa Kuzey Irak’taki Sincar bölgesinde yoğunlaşan bu mücadelede İran, PKK ve YBŞ (Sincar Savunma Birlikleri) gibi terörist grupları Türkiye karşısında desteklerken, Türkiye de bu durumu gerek bölgede kendi düzenlediği operasyonlarla gerekse de Irak Merkezi Ordusuna verdiği destek ile dengelemeye çalışmaktadır. Ayrıca Tahran’ın, Türkiye’ye hasmane tutumları ile bilinen Şii ve Yezidi unsurlardan oluşan Hashd al-Shaabi gibi paramiliter gruplar üzerindeki askeri ve finansal patronaj rolü, Ankara’nın tüm uyarılarına rağmen devam ettirilmektedir. International Crisis Group da son yaptığı çalışmada bu duruma dikkat çekerek Türkiye ve İran arasındaki sessiz savaşın Sincar bölgesindeki vesayet unsurları üzerinden sürdüğünü belirtmiştir. İki ülke için de vazgeçilmez olan Sincar bölgesindeki fiili çatışmaların durdurulamamasının sebeplerini özetlemek Türk-İran ilişkilerindeki açmazları görebilmemiz açısından da faydalı olabilir. Buna göre;
  • Türkiye açısından Sincar, PKK’yı baskı altında tutabilme ve KDP ile koordineli olarak terör örgütüne karşı mücadelenin sınır ötesinde devam ettirilebilmesi adına hayati öneme sahiptir.
  • İran açısından Sincar, Türkiye’yi coğrafi olarak sıkıştırabileceği; ürettiği gaz ve petrolü savaş sonrası oluşacak dengelerde Suriye’ye ve ardından da dünya piyasalarına aktarabileceği stratejik bir öneme sahiptir.
Buna rağmen, İran’ın Irak politikasında başat güç rolünü sürekli kılabilecek yeterli ekonomik güce sahip olmadığının altını önemle çizmek gerekmektedir. Bu durum ise İran’ı Şii hamiliği üzerinden ‘mezhep politikası’ izlemeye zorunlu bırakmaktadır. Lakin, geçtiğimiz hafta İran karşıtlığıyla bilinen Iraklı Şii lider Mukteda es-Sadr ve kendisine bağlı 73 milletvekilinin parlamentodan istifa etmeleri İran’ın ‘mezhep kartının’ etkisinin de sınırlı olduğunu göstermiştir.
Türkiye ve İran’ın birbirlerine doğrulttukları silahlar Suriye’de ateş alabilir. Bunun sebebi Suriye’de mütemadiyen değişen dengelerin, hâlihazırda geniş bir alana yayılmış olan Türk-İran rekabetinde ihtiyatı ortadan kaldırabileceğidir.
Irak’ın İran yörüngesine girmesine şiddetle karşı çıkan Mukteda es-Sadr ülkedeki en popüler Şii lider konumunda. Sadr, Irak parlamentosundaki Tahran yanlısı milletvekillerinin etkisini kırmak için dönmeyi planladığı ‘sokak siyaseti’ ise İran aleyhtarlığını daha da körükleyebilir. Bilhassa, İran’dan ayrışık bir Şii hareketi kurmayı amaçlayan Sadr, Irak’ın yaşadığı sosyo-ekonomik problemlerden İran’ı sorumlu tutarak Tahran rejimini şeytanlaştırmayı başarmış ve Tahran’ın Irak’ta gözle görülür bir etki kaybına uğramasına neden olmuştu. Ancak, Sadr’ın bağlantısız Irak vizyonu, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki askeri varlığına da karşı çıkmaktadır. Dolayısı ile Sadr, İran’a mesafeli yaklaşımını Türkiye ile de oluşturmayı amaçlamaktadır. TÜRK-İRAN İLİŞKİLERİNİN İNCELDİĞİ NOKTA: SURİYE Irak’ta vesayet grupları üzerinden Türkiye ve İran’ın birbirlerine doğrulttukları silahlar Suriye’de ateş alabilir. Bunun en temel nedeni Suriye’de mütemadiyen değişen dengelerin, hâlihazırda geniş bir alana yayılmış olan Türk-İran rekabetinde ihtiyat ve denge unsurunu ortadan kaldırabileceğidir. Bir diğer deyişle Suriye, Türk-İran ilişkilerinin kopmasıyla da sonuçlanabilecek en ciddi sınav olabilir. İrili ufaklı birçok silahlı oluşumun hem kendi aralarında bölünmesi hem de birbirleri ile çatışması Suriye krizini yönetilebilir ve yönlendirilebilir olmaktan çıkartmıştır. Vesayet ve hami (sponsor-proxy) sarmalından kurtulamayan bu mücadelelerde oyundan çıkan aktörün yerini başka bir aktör almaktadır. İran ise Rusya’dan devralmaya hazırlandığı hamilik rolü ile hem kendi vesayet grupları arasında konsolidasyonu sağlamak hem de YPG terör örgütünü Türkiye karşıtlığında kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır. Suriye’nin %20’sinden fazlasını kontrolü altında tutan ve 70.000’den fazla silahlı güce sahip olduğu tahmin edilen YPG terör örgütünün Suriye denkleminde en önemli vesayet unsuruna dönüştüğünü belirtmek gerekmektedir. ABD ve Rusya hamiliği arasında gidip gelen PYD/YPG, bu süre zarfında her iki ülke için de kendini paylaşılamayan aktör olarak konumlandırmayı başarmıştır. Öyle ki, PYD/YPG, Rusya ve ABD’nin kendisi için giriştiği rekabeti hem kızıştırabilmekte hem de bu iki hami devleti birbirine çarpıştırarak maksimum kazanç/imtiyaz elde edebilme stratejisini uygulayabilmektedir. Gelinen noktada İran’ın da bu yarışa dahil olduğu ve Türkiye’nin olası operasyonu karşısında YPG’yi Esad güçlerine katılmaya ikna etmeye çalıştığı gözlemlenmektedir. Türkiye’nin operasyonunun Tel-Rıfat ve Münbiç gibi PYD/YPG kontrolündeki bölgelere yönelik olacağını hesaba katan İran, PYD unsurlarını Şii milisler ve Esad güçleri ile birleştirmeye ve Türkiye karşıtı askeri bir ittifak oluşturmaya çalışmaktadır. Zira söz konusu bu unsurların geçtiğimiz hafta İdlib’in güney bölgesi ile Tel-Rıfat arasındaki alanda gerçekleştirdikleri askeri tatbikat da bu durumu doğrulamaktadır. Bu noktada ufak bir parantez açarak İran’ı asıl endişelendiren faktörün Türkiye’nin askeri operasyonunun Münbiç’ten ziyade Tel-Rıfat bölgesine genişleyebilme ihtimali olduğunu belirtmek faydalı olabilir. Tel-Rıfat şehrinin fiili olarak doğu, batı ve kuzeyden Türk birlikleri ve muhalif gruplar tarafından kuşatma altına alındığını biliyoruz. Lakin, İran açısından asıl itiraz kaynağını oluşturan kısım da buradan sonra başlamaktadır. Zira, Tel-Rıfat bölgesinin güney kısmı ile Halep arasında kalan Nubl ve Al-Zahra kentleri hem barındırdığı Şii nüfus sebebiyle hem de stratejik olarak Halep’e giden yol üzerinde bulunması nedeniyle İran açısından kritik önem taşımaktadır. Dahası, bu şehirlerde İran’ın vesayet grupları aracılığıyla askeri olarak yapılandığını da hatırlatmak gerekmektedir. Dolayısı ile hem ideolojik hem de jeostratejik sebeplerden dolayı Halep ve Tel-Rıfat arasında kalan bölge İran’ın ‘kırmızı çizgisini’ oluşturmaktadır. Bu durum karşısında önlem almaya çalıştığı anlaşılan İran, Halep’in kuzeyindeki bir Rus üssünde Türkiye karşıtı bütün aktörleri bir araya getirmeye çalıştığı ortak bir harekât merkezi oluşturmaya çalışmaktadır. Basına yansıyan bu çarpıcı iddiaya göre ‘Kuzey Yıldırımı’ isimli bu merkezde YPG’nin yanı sıra İran destekli Fatemiyun, Lübnan Hizbullah’ına bağlı Şii gruplar, Suriye rejimini destekleyen Abna al-Sahel, Hayyan, Haraytan, Anadan, Masakan ve Baas tugayları gibi Türkiye karşıtı unsurların tek çatı altında toplandığı bildirilmektedir. Al-Monitor’de yayınlanan ve ismi açıklanmayan üst düzey İranlı bir yetkili ile yapılan görüşmenin tutanaklarına göre söz konusu bu merkez, İran’ın ısrarlı tutumu üzerine kurulmuş ve PKK bağlantılı Afrin Kurtuluş Örgütü’nün de bu mekanizmaya dahil edilmesiyle son şeklini almıştır. Ankara’nın yakından takip ettiği anlaşılan bu iddialar olası operasyon sürecinin bu denli uzamasının ana sebeplerinden biri olabilir.
İran ve Rusya’nın bu hamlelerine karşı Suriye’deki muhalif grupları örgütlemeye çalışan Ankara ise söz konusu bu unsurların kendi aralarında çatışmaya devam etmesinden dolayı istediği sonuçları elde edememektedir.
Aslında, konuyla ilgili yapılan açıklamalar da İran ve YPG arasında böylesi bir çalışma olduğunu doğrulamaktadır. Örneğin, SDG lideri Mazlum Abdi geçtiğimiz günlerde Reuters’a verdiği beyanatta olası bir Türkiye saldırısı karşısında Şam ve Tahran ile askeri bir iş birliğine gidebileceklerini dile getirmişti. Sözlerine ‘Şam yönetimi ile hava savunma sistemlerini Türkiye’ye karşı aktive etmesi koşuluyla birlikte hareket edebilecekleri’ beyanatıyla devam eden Abdi, böylece hem Esad yönetimine yanaşabileceğini ima ederek ABD’ye daha fazla destek talebini iletmiş hem de Türkiye’nin hava üstünlüğüne meydan okuyarak Ankara’yı tehdit etmişti. Bu iddiaların bir kısmının dahi gerçek olması Türkiye ile İran’ı Suriye üzerinde karşı karşıya getirebilir. Zira, İranlı eski büyükelçi Ali Akbar Farazi de Tel-Rıfat ve Münbiç bölgelerine yönelik olası bir operasyonda Tahran ile Ankara’nın karşı karşıya gelmesinin kaçınılmaz olabileceğini vurgulamıştır. Middle East Monitor’e verdiği röportajda Türkiye ile İran arasında direkt çatışma ihtimali de dahil her türlü senaryoya hazır olunması uyarısında bulunan Farazi, özellikle Tel-Rıfat ve Halep arasında konuşlandırılan İran’a bağlı Şii milislerin yoğunlaşmasına dikkat çekti. İran ve Rusya’nın bu hamlelerine karşı Suriye’deki muhalif grupları örgütlemeye çalışan Ankara ise söz konusu bu unsurların kendi aralarında çatışmaya devam etmesinden dolayı istediği sonuçları elde edememektedir. Bilhassa, Özgür Suriye Ordusu’nun radikal Hayat Tahrir al-Sham örgütü ile giriştiği çatışmalarda oldukça yıprandığı bilinmektedir. Örneğin, geçtiğimiz haftalarda ÖSO’nun elinde bulunan Basufan, Kabasin ve Fafirtin köylerine saldıran ve buraları ele geçiren Hayat Tahrir al-Sham ancak Ankara’nın duruma müdahale etmesiyle bu noktalardan geri çekilmiştir. Sadece bu örnek bile Türkiye’nin sahada elinin zayıflamasına neden olan muhalif gruplar arasındaki dağınık yapıyı ve karmaşık denklemi anlamak için yeterli olabilir. Sahadaki hareketliliğin hız kazandığı bir dönemde gerçekleşen Astana görüşmeleri ise Türkiye’nin Rusya ve İran karşısında masada da yalnızlaşmaya başladığını gözler önüne serdi.
Gerek sahada gerek masada yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin elinin, ‘Barış Pınarı’ ve ‘Zeytin Dalı’ operasyonlarını yaptığı döneme kıyasla, bir hayli zayıfladığını göstermektedir.
Öncelikle, sahadaki şartlar göz önüne alındığında uygulanması neredeyse imkânsız hale gelen Adana mutabakatına Astana görüşmeleri sonuç bildirisinde vurgu yapılması Rusya ve İran’ın hanesine diplomatik kazanım olarak yazılmıştır. Dolayısı ile Türkiye’nin olası bir askeri operasyonu Ankara’yı mutabakatı ihlâl eden taraf durumuna düşürebilir. Dahası, Adana mutabakatı çerçevesinde Suriye’nin toprak bütünlüğüne vurgu yapılması da askeri operasyonu zora sokmaktadır. Zira bu Ankara’nın ‘Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik verdiği taahhüttün’ ihlali anlamına da gelebilir. Bir diğer deyişle, askeri operasyon masanın devrilebilmesi ile sonuçlanabilir. Sonuç olarak Astana görüşmeleri, Rusya-İran ikilisinin ‘sınırlı’ da dahil olmak üzere tüm askeri seçeneklere kesin bir dille karşı çıktıklarını göstermiştir. Öyle ki, Ankara’nın İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerini veto edebileceği beklentisine giren Kremlin, Türkiye’nin olası operasyonuna önceleri ılımlı ve yatıştırıcı bir yaklaşımda bulunurken Erdoğan’ın vetoyu kaldırmasıyla sert bir tavır almıştır. Madrid Zirvesinde Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya katılım davetinin açıklandığı sıralarda kameralar karşısına geçen Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Zaharova, Türkiye’nin Suriye’de düzenlemeyi planladığı askeri operasyona kesin bir şekilde karşı olduklarını beyan etti. Gerek sahada gerek masada yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin elinin, ‘Barış Pınarı’ ve ‘Zeytin Dalı’ operasyonlarını yaptığı döneme kıyasla, bir hayli zayıfladığını göstermektedir. İran ise Ukrayna bataklığına saplanan Rusya’nın Suriye’den zorunlu ancak kademeli çekilişinin yarattığı güç boşluğunu doldurabilecek siyasi, askeri ve ekonomik kaynaklara sahip değildir. Ancak, Türkiye ve İran arasında oluşan ‘güvenlik ikilemi’ ve septik bakış açısı ikili ilişkilerdeki sorunları daha da derinleştirmektedir. Bu sebeple, Türkiye’nin asıl güvenlik tehdidi olarak algıladığı ve askeri operasyonunun ana hedefi YPG/PYD iken İran bunu kendi aleyhine yapılan bir hamle olarak değerlendirmektedir. Dolayısı ile önümüzdeki günler Türk-İran ilişkilerinin geleceği ve mahiyeti açısından kritik gözükmektedir.