Rasyonel politika sadece faizi artırmak değildir

Abone Ol
Bir an için bilgi eksikliğinin giderildiğini ve otoriterleşmenin kontrol altına alındığını varsayalım. Bu durumda dahi sadece faiz artışları ile ekonomiyi eski hâline döndürmek o kadar da kolay olamayacak. Çünkü Türkiye ekonomisi faiz indirimlerinin başladığı noktada değil. Kamuoyu seçimden bu yana ekonomi yönetiminin ne tür kararlar alacağına dair bir bekleyiş içerisinde. Politika değişimini gerçekleştirecek kadrolar için yeni atamalar yapılmasına ve bu kadrolar tarafından rasyonel politikalara dönüleceğine yönelik vurguların artmasına karşın, hâlen enflasyonu düşürme ve ekonomideki riskleri azaltma konusunda nasıl bir yol izleneceğine dair net bir açıklama mevcut değil. İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ SON DURUMUN SORUMLUSU FAİZ İNDİRİMLERİDİR 2000’li yılların başından itibaren izlenen ve piyasa mekanizmasını fazlaca yücelterek uygulanan politikaların zamanla tesir eden birikimli tahribatını bir kenara koyarsak, ekonominin içinde bulunduğu durumun sebebinin sert faiz indirimleri olduğu konusunda artık neredeyse herkes hemfikir. Faiz indirimleri bu nedenle toplumun genelinde artık irrasyonel bir politika olarak kabul görmekte. Ekonomi alanına yüzeysel bir şekilde dışarıdan bakanlar, faiz artışıyla ekonominin içinde bulunduğu durumdan kolaylıkla çıkılacağını ve her şeyin eski hâline kolaylıkla geri döneceğini zannediyor. Ancak kazın ayağı öyle değil. Ensar Yılmaz son yazısında Türkiye ekonomisinin mevcut duruma nasıl geldiğini tarihsel ve bütünsel bir analizle açıklıyor. Yazıda bilgi problemi, otoriterleşme ve rantiyerleşmenin son yıllarda izlenen irrasyonel politikalar ile nasıl şekillendirdiğini çarpıcı bir şekilde dile getiriyor. Bizim yazımızda ise bulunduğumuz noktadan ileriye doğru nasıl bir durumla karşılaşabileceğimizi ele almaya çalışıyorum. İKTİSADİ BİLGİDEN YOKSUN İKTİSATÇILAR EKONOMİYİ DAHA DA KÖTÜLEŞTİRDİ Mevcut ekonomik durumun nedenlerinden biri, ekonomi yönetimi konusunda bilgi ve tecrübe eksikliği bulunan kişilerin önemli koltukları işgal etmesiydi. Faiz indirimlerinin büyümeyi sürekli ve mekanik olarak destekleyeceğine dair yanlış inanç, varlık fiyatlarında eşi görülmemiş bir artışa yol açtı. Nihayette enflasyonun kontrol altına alınamadığı, kur riskinin oldukça yükseldiği, gelir dağılımının daha da kötüleştiği ve yoksulluğun arttığı bir süreci yaşar hâle geldik. Seçim sonrasında ekonomi kadrolarında yaşanan değişim, bilgi eksikliği olan kişileri ekonomi yönetiminden uzaklaştırmak ve bilgi problemi sorununu çözmek için atılan ilk adımdı. Ekonomi ve finans alanında bilgi sahibi kişilerin göreve getirilmeye başlanması, rasyonel politikalara yönelişin ilk göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ancak eski kadroların hâlen çeşitli kurumlarda üst düzey görevlerde yer bulabiliyor olması ve yeni atamalarda soru işareti doğurabilecek isimlerin hâlen yer alması, bilgi problemi sorununun tam olarak giderildiğine yönelik kuşkularımızı diri tutuyor. OTORİTERLEŞME, RASYONEL POLİTİKALARIN KÂBUSU Bilgi eksikliğini giderme konusunda önemli adımlar atılsa da mevcut siyasi yönetimin otoriterleşme konusuna bir çözüm getirebilme ihtimali pek mümkün görünmüyor. Otoriter yönetim, beğenmediği kararın değiştirilmesini talep edebilir; değiştirilmezse geceden sabaha yöneticinin değiştirilmesine karar verebilir. Bunun geçmişte onlarca örneği mevcut. Gelecekte neden tekerrür etmeyeceğini açıklamamıza ise imkân yok. O nedenle otoriterleşme, rasyonel ekonomi politikalarının üzerine Damokles’in kılıcı gibi korku salmaya devam ediyor.
İrrasyonel para politikası öncesi dönemdeki güven düzeyi ile günümüzdeki güven düzeyi -takdir edersiniz ki- aynı değil. Özellikle geçmişte Türkiyeden kaçan yabancı sermayenin tekrar ülkeye yönelmesi için yeni bir hikâyenin yazılması gerekiyor.
TÜRKİYE EKONOMİSİ FAİZ İNDİRİMLERİNİN BAŞLADIĞI NOKTADA DEĞİL Bir an için bilgi eksikliğinin giderildiğini ve otoriterleşmenin kontrol altına alındığını varsayalım. Bu durumda dahi sadece faiz artışları ile ekonomiyi eski hâline döndürmek o kadar da kolay olamayacak. Çünkü Türkiye ekonomisi faiz indirimlerinin başladığı noktada değil. Örneğin o dönemde kur riski daha çok özel sektörün üzerindeyken bugün kur korumalı mevduat (KKM) sebebiyle bu risk neredeyse tamamen kamunun üzerinde. Bu da kurun hareketlerinin iktisadi değişkenler üzerindeki etkisini artırmakta. Diğer taraftan KKM’nin hazine desteği uygulaması da merkez bankasına yüklenmiş durumda. Bu durum enflasyonla mücadele etmesi gereken kurumun başka hususları da önceliklemesi anlamına geliyor. Bir diğer ifade ile KKM’nin mevcudiyeti, izlenecek ekonomi politikasının kabiliyetini sınırlıyor. YOKSULLUĞU DİKKATE ALMAYAN BİR POLİTİKA RASYONEL OLAMAZ Ekonomi politikalarını etkileyecek önemli bir diğer husus ise yoksullukta ve yoksunlukta meydana gelen artıştır. Hızlı fiyat artışları ve beraberinde ücretlerin açıklanan resmi TÜİK enflasyon oranı üzerinden -üstelik- gecikmeli olarak belirlenmesi, toplumun sabit gelirli kesiminin yaşam standardında ciddi tahribatlar yarattı. Bu tahribatları dikkate almayan ve sosyal kayıpları telafi etmeyen bir politika, toplum genelinde de kabul görmeyecektir. Bunların dikkate alınması ise politikaların etki süresini bittabi uzatacaktır. İrrasyonel politikalar öncesi dönem ile bugün arasındaki bir diğer farklılık ise, ülkenin döviz ihtiyacının artmış olmasıdır. Önceleri arka kapıdan rezerv satışlarıyla, faiz indirimleri sonrasında ise ilave makro ihtiyati tedbirlerle döviz kurunun kontrol altında tutulmaya çalışılması, cari açık sorununun daha da büyüyen bir yara hâline gelmesine neden oldu. Üstelik son verilere göre 124 milyar $ düzeyine ulaşan bir KKM değeri ve negatif düzeyde seyreden bir net rezerv durumu da cabası. Kur baskısının bu denli yüksek olduğu bir dönemde faiz artışının tek başına -döviz talebi dahil- her şeyi yoluna koyacağına dair bir bekleyiş, para politikası uygulayıcılarına çok büyük haksızlık olacaktır. Değineceğimiz son husus ise güvendir. İrrasyonel para politikası öncesi dönemdeki güven düzeyi ile günümüzdeki güven düzeyi -takdir edersiniz ki- aynı değil. Özellikle geçmişte Türkiye’den kaçan yabancı sermayenin tekrar ülkeye yönelmesi için yeni bir hikâyenin yazılması gerekiyor. Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yediği bilindiğine göre hikâyenin gerçekten ikna edici olması gerektiği kaçınılmaz bir gerçektir. Fakat şunu da unutmamak gerekir ki güven ruh gibidir, terk ettiği bedene asla geri dönmez. O nedenle bizleri hâlen zor günler beklediğinin altını çizmek gerek.