Akademisyenler süregiden savaşa, çatışmalara, sivil ve çocuk ölümlerine dur diyen bir bidiri yayınlamıştı, kıyamet kopmuştu. Aslında kıyameti cumhurbaşkanı koparmıştı. Eğer o bu kadar şiddetle vurgulayıp üstünde durmasaydı ve ağır ithamlarda bulunmasaydı bildiriden dolayı bu kadar akademisyen akademiden atılmazdı. Tabi burada FETO gerekçesi ile çıkarılan OHAL ve KHK’lerin de payını eklemek lazım. Çünkü OHAL FETÖ’nun gerekçesi yapıldı; KHK de OHAL’ın..Bunlar, “şuna buna” gerekçe yapılarak kendilerince büyük bir temizlik yapıldı. Çünkü daha önce de böyle yüzlerce bildiri yayınlanmıştı hiç bu kadar şiddetle karşı çıkılmamış ve üzerinde durulmamıştı; peki bu kez neden bu denli fırtına kopartıldı? Ölümlüre Seyirci Kalmak Vicdanla Bağdaşmaz Bir kere şunu belitmekte yarar var: Kılıçdaroğlunun belirttiği üzere, iktidar 15 Temmuz Askeri Darbe girişimini Sivil Darbenin gerekçesi haline getirdi. Nitekim OHAL ilaniyle KHK devreye sokuldu, kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırılarak TBMM devreden çıkartıldı. İkincisi zaten tek adam rejimine doğru bir gidiş vardı, tartışmalı ve şaibeli referendum sonucu, 2019 beklenmeden, tek adam uygulamsına geçildi. Böylece de fakto uygulamaların yasallık kılıfı oluşturldu ve daha serbest ve fütürsüz bir tek adam yönetimin içine sokuldu ülke. Ve bu gidişat baskı ve korkunun zoruyla topluma benimsettirilmeye çalışılıyor. Buna ses çıkaranlar ya hapse atılıyor ya da işinden atılıyor. İşte, 180 gazetecinin akibeti ile sayıları binlerle ifade edilen akademisyenlerin yaşadığı şey budur: Hapis ya da işinden atılma.. Tabi diğer alanlara hiç girmiyorum bile..! Dünyanın saygın akademisyen ve aydınlarının da imzasının olduğu bu bildiri vicdanlara seslendi, kendi pencerelerinden gördükleri gerçeklerin görülmesini duyulmasını istedi. Bu da elbette her işi kendi kontrolunde yürümesini isteyenlerin işine gelmedi. Bölgede uzun bir süredir her bakımdan bir dram, bir tarjedi yaşanıyordu, hala yaşanıyor. Bu bildiri bunu sadece iç kamuoyuna değil, dışardaaki imzacılar nedeniyle dış kamuoyuna da bildirdi. Öfkenin asıl nedenlerinden biri de buydu. Bir yandan ölümlerin son bulması için eleştiri hakkını kulananların üniversitelerden atıldığı bir dönem yaşanırken bür yandan sivil ölümlere karşı çıktığı için bir milletvekilini telle boğma hayalini kuran akademisyenler türedi. Yüzyıllardır aynı mezarlığa ölülerini gömenler, bunu yapamaz hala geldi. Kritik dönemlerin çarpık ve karmaşıklığına çarpıcı örneklerdir görüp yaşadıklarımız. Bu Hiddet Niye? Peki yönetenlerin bu kadar hiddetlenmesi normal mi ve neden bu denli toplum ayrıştırldı? Buna bir bilim insanı olarak yıllarca devletin gadrına uğramış, bilimin namusu uğruna hapiste yatmış, İsmail Beşikçi’nin sözleri ile cevap vermek isterim. “Derin Üniversitede Bir Profesörlük Öyküsü” adlı kitabımın girişine de aldığım bu yazıda Beşikçi diyor ki; “Siyasal iktidar bilim kurumlarını, bu arada üniversiteleri, kendi siyasal çıkarları doğrultusunda yönlendirmek ve kullanmak isterler. Önemli olan bu direktiflere, yönlendirmelere, emirlere karşı direnebilmek ve bilimsel çalışmayı kendi özgün koşulları içinde sürdürebilmektir. Bu da bilim yöntemini kullanmanın kurumlaşmasıyla, bilimsel çalışma yapan kurumların kişilik kazanmalarıyla ilgili bir sorundur. Emir ve talimat alanların, emirleri ve talimatları kabul edenlerin, bunlar doğrultusunda çalışma yapanların kurumlaşmaları ve kişilik kazanmaları mümkün değildir. Çünkü, yasaklamalarla, emirlerle yönergelerle ancak resmi ideoloji üretilir, bilim üretilemez. Türkiyede, resmi ideoloji, sadece, siyaset hayatında önemli olan bir kurum değil, aynı zamanda üniversite ve hukuk hayatında da önemli bir kurumdur. Resmi ideolojiyi eleştirmeden bilimi geliştirmek, üniversiteye saygınlık kazandırmak mümkün değildir.” Çünkü resmi ideoloji devletin egemenleri tarafından kendi saltanatları için icat edilen bir enstrumandır. Ve devletin en önemli ideolojik aygıtlarından biri de geri kalmış ülkelerde üniversitelerdir. O nedenle darbeciler, diktatörler, otoriter rejimler işe hep üniversiteden başlarlar.. Söylem ve Eylem Makası Şimdi size bir konuşmayı hatırlatmak istiyorum. Şimdidki cumhurbaşkanı başbakan iken, 25 Ağustos 2013’te Rize’de kendi adını taşıyan üniversitede yaptığı konuşmada: “Bilim insanı bilim namusundan, bedeli ne olursa olsun taviz vermeyen insandır. Siyasetçi bilime ters bir şeyi istiyorsa bilim adamının böyle değil, böyle demesi en önemli görevidir. El pençe divan durup ferman buyurdunuz dememesi gerekir” diyor. Ne kadar doğru sözler..! Tabi doğru sözler söylemek yetmez, söylediklerine uygun davranmak da gerekir. Doğru şeyler söyleyenler iş eyleme gelince neden doğru eylemde bulunmuyorlar? Nitekim hatırlayalım aynı Başbakan ODTÜ bilim insanları elpençe divan durmadı diye demediğini bırakmamıştı. Şimdi de doğru bildiği bildiriye imza atan üniversite insanlarına herkesin cumhurbaşkanı olması gereken cumhurun başı kendi insanlarına, “alçak”, “hain” diyebiliyor. Biz hangisine inanancağız? Zola’nın İsyanı Bazen, tarihte bazı cesur aydınlar ve bilim insanları, yaşadıkları dönmelerde baskılara uğradıklarında, sürüldüklerinde ya da kürsülerinden atılduıklarında veya sesleri kısılmak istendiğinde isyan etmişlerdir. Bu kişiler, o zamanlar gadre uğramış olsalar bile, zaman gelip geçtikçe haklılıkları anlaşılır ve onlar kendi dönemlerininin namusunu temsil eden timsaller haline gelirler. Emile Zola bunlardan biridir. Bundan yaklışık 119 yıl önce Yahudi olduğu için haksız yere suçlanan Dreyfus Davası’nda rol oynamıştı Zola. Bu kişinin kimliğinden dolayı günah keçisi haline getirildiğini, bunda başta cumhurbaşkanı olmak üzere yöneticilerin kabahatı olduğunu yüksek sesle dile getirmiş, bununla yetinmeyerek “Suçluyorum” adında bir makale yazmıştı. Ne ki, maalesef, bu yazıdan dolayı ülkesini terk etmek zorunda bırakılmış, yıllarca sürgünde kalmıştı Zola. Ama 100 yıl sonra Fransa Zola’yı haklı gördü, ondan özür diledi. 1998 yılını Zola yılı ilan etti ve Zola’nın bu hareketi ile o dönem bütün aydınların namusunu kurtardığını dile getrerek hakkını teslim etti. ABD’de, Menfis Şehrindeki Hristiyan Kardeşler Üniversitesinde Mahatma Gandi’nin torunu Raul Gandi ile tanışmıştım. Söz dönüp dolaşıp, Gandi’nin onca karmaşa içinde onca kötülükle nasıl başa çıktığına gelmişti.. Torunu Raul, dedesinin bu kıskacı ve kısır döngüyü onun dara düştüğünde söylediği şu sözleriyle aştığını söylüyordu: “Ne zaman kötülük karşısında yüreğim sıkışıp vazgeçme noktasına gelsem, dönüp tarihe bakarım. Tarihte ne olursa olsun sonuçta hep iyiliğin kötülüğe galip geldiğini görünce yüreğim ferahlar, geleceğe dair umutlarım tazelenir, tekarar yoluma devam ederim.” Bu, sanırım gelecekle ilgili, herzaman umutlu olmak için yeterli bir deneyim aktarımıdır bize. Bunun için özgür olmak ve bütün baskılara ragmen özgür düşünceyi savunmak gerekir. Bilim ve Özgür Eleştiri Bir siyasal sistemde resmi ideoloji belirleyici ve yönlendirici bir hale geldiği zaman sansür, daha da önemlisi oto sansür buna paralel olarak gelişen bir süreç olmaktadır. Halbuki üniversitelerdeki temel mücadele, özgürlüğü, özgür eleştiriyi, bilim yöntemini kazanma mücadelesi olmalıdır. Üniversite, bilimin ve siyasetin kavramlarıyla, bilim yöntemiyle resmi ideolojiyi eleştiremediği sürece, özgürlüğü, özgür eleştiriyi, bilim yöntemini kazanamaz. Özgür eleştiri bilimi olanaklı kılan en temel koşuldur. Demokrasiyi olanaklı kılan en önemli koşul yine özgür eleştiridir. Eğer siz herhangi bir konuda bir şey söylüyorsanız, bir düşünce ileri sürüyorsanız, sizin söylediklerinize, yazdıklarınıza ilgi duyan herhangi bir kişi de sizin düşüncelerinizi eleştirebiliyorsa ve eleştirisinden dolayı herhangi bir cezai yaptırımla karşılaşmıyorsa o toplumda, siyasal sistemde özgür eleştiri kurumsallaşmış demektir. Eleştiriden dolayı cezai yaptırımla, idari yaptırımla karşılaşmamak şüphesiz çok önemli bir durumdur. Bilim ancak özgür eleştirinin kurumlaştığı bir ortamda üretilebilir, gelişebilir. Türkiye’de bu ortamın oluşmadığını, fakat üniversite mücadelesinin temel hedefinin, böyle bir ortamı oluşturmak ve kazanmak olduğunu, üniversitenin böyle bir ortamı oluşturmak için mücadele etmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. 1960’lardan, 1970’lerden beri gelişen toplumsal ve siyasal süreçler, bu süreçlerin eleştirilmesiyle meydana gelen idari ve cezai yaptırımlar, bu yaptırımların kararlı ve ısrarlı bir şekilde yaşama geçirilmesi bize bunları öğretti. Iskalanan Yüzyıllar Bu kadar hiddetli ve şiddetli davranılacağına, bu kadar güzel bir çoğrafyada, bu denli büyük nufüsa ragmen bilimde, üretimde, gelişmede neden emsalleriyle boy ölçemiyor ülke, buna kafa yorsalar daha iyi olmaz mı? Hiç mi geçmişten ders alınmıyor? Nitekim, Türkiye 18 yüz yılı ıskaladı, matbaa 200 yıl geç girdi Osmanlı İmparatorluğuna. 19 yy sanayi devrimi ıskalandı fabrika 50 yıl geç girdi ülkeye. 20 yy bilişim çağı ıskalandı, bilgisayar 30 yıl geç girdi Türkiye’ye. Bari 21. Yüzyılı ıskalamayalım. Peki, bu çağı ıskalamamak için ne yapmak lazım? Bunun için “yapısal reformlar” şart. Yapısal reformla ne kastediyoruz? Siyasi açıdan özgürlük, eşitlik, adalet, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü ve tam demokrasiyi kastediyoruz. Ekonomik açıdan ise özgür teşebbüsün önünün açılması, adil rekabet ortamının yaratılması ve ve ezberci eğitim yerine beceriye dayalı eğitime geçilmesidir. Üniversiter anlamda ise bunun açılımı, bilimin özgür, akademinin özerk olması demektir. Özgürlük Olmadan Kalkınma Olmaz Çünkü özgürlük olmadan bilim gelişmez, özgürlük olmadan gelişmeci ve adil teşebbüs olmaz. Bilim özgür olmadığı yerden göç eder gider, kendine değer verilen ve özgür olduğu yere yerleşir, orda gelişir. Türkiyedeki bilim insanlarının gidip Amarika’da bilimde ünlenmeleri, hatta Nobel almaları bundandır. Basın da öyle. Basını sansürlenmiş, gazetecileri içerde olan ülkelerede halka gerçekleri gösterecek kurum köreldiği için aynası is pas içinde kalır. Bu durumda sadece egemenlerin halkın göremesini istediği şeyler ona gösterilir. Böylece toplumsal körleşme meydana getrilerek yönetimlerini daim etmeye çalışırlar. Birileri bu ortamdan nemalanabilr, lüks ve sefahat içinde yaşayabilir, ama bu kesinlikle geniş yığınlar değildir. Böyle yönetimlerde zenginler daha zenginleşirken yoksullar daha da yoksullaşırlar. Nitekim, özgürlüklerle, özgür basınla, demokrasi ile kalkınma arasında güçlü bir ilişki olduğu yaşanan örneklerle tespit edilmiş durumda. Yanısıra adalet olmadan güven ve istikrar ortamı oluşmaz. Güven ve istikrarın sigortası ise tarafsız ve bağımsız yargı ve tam demokrasidir. Bunlar olmadan kimse yatırım yapmaz. Bunların olmadığı yerde yasaklar ve yolsuzluklarla beraber yoksulluk da artar. Kayırmacılık, yolsuzluk, soygunculuk birilerini hakısızca zengin edebilir ama ülke fakirleşir. Aslolan birilerinin zenginliğ değil Arap ülkelerindeki yapay petrol zenginliği gibi. Aslolan halkın sosyo ekonomik yaşam ve refah düzeyi ve demokratik satandarlardır. Bunun için gazetecileri hapse atmak yerine halkın bilgi alma hakkına saygılı olmak, bilim insanlarını işinden atmak yerine onların daha iyi iş yapmalarının ortamını sağlamk gerekir. Prof. Dr. Ahmet ÖZER [email protected]
Ahmet Özer yazdı | Bilim insanının namusu ve siyasilerin tutumu
Popüler Haberler
Atatürk Havalimanı Katliamı: Ağırlaştırılmış müebbet alan IŞİD'liler tahliye edildi
'Ölünce beni kim yıkayacak?': TRT'nin reklam panoları tepki topladı
Komisyonda mikrofonlar açık unutuldu: 'Çok yanlış yaptı Bakan Hanım'
Bursa Adliyesi'ndeki silahlı saldırıda yaralanan jandarma şehit oldu
AK Partili Belediye Başkanı, AK Parti ilçe başkanını Ülkü Ocakları üyelerine dövdürdü
Beykoz'da bir polis, 86 yaşındaki ünlü mimarı silahla yaraladı