Potansiyel bir merkez siyaset tahayyülü

Abone Ol
Bugüne ortada her türlü gayrı tabii müdahaleye rağmen yeni bir potansiyel merkez imkânı duruyor. Ben buna “kapsayıcı merkez” diyorum. Bu merkez aslında doğrudan kültürel gerilime ya da iktisadi sınıf çatışmasına dayanmıyor. Türkiye iktidarın muhafazakâr demokrat eksenden hareketle, Kemalist kurucu aksiyoner merkeze tepki olarak ürettiği rövanşist reaksiyoner karakterdeki merkeziyle beraber tarihte iki büyük merkez tecrübesi yaşadı. Bu iki büyük merkez tecrübesi aktörleri, yöntemleri, araçları ve hedefleri itibariyle birbirinden bambaşka şeylere tekabül ediyordu. Bugün bu iki büyük siyasal merkezden hareketle önümüzde tarihi tecrübeye yaslanan yeni bir hibrit merkez potansiyeli duruyor. Merkez, siyasal anlamda halkın en geniş kamusal menfaatini ve mutabakatını ifade ediyor. Bu menfaatin muhtelif yolları asırlardır sivil piyasa aktörlerinden üretilemediği gibi bunların yegâne kaynağının iktidar ve devlet olduğu bir gelenekten pekâlâ söz edilebilir. Böylesi bir gelenekte halkın seçimler yoluyla devlet üzerinden dağıtılan menfaati “merkez” yoluyla aşırılıklara kaçmadan ortalama ve geniş bir mutabakatla çözme iradesi ortaya çıkıyor. Merkez aslında bu kamusal menfaatin devlet aracılı en geniş siyasi dağılımı demek; milletin gelenekten süzülen tecrübede ekmek, güven ve özgürlüğü yani hayatı korumak adına bulduğu ve meylettiği makul bir çözüm. Kemalist kurucu aksiyoner merkez, aktörün asker ve aydınlar olduğu; tepeden gayrı meşru siyasi yollarla üretilen, dışlayıcılıktan ziyade eğitim, liyakat ve görgü ile kısıtlayıcı hüviyette seçkin bir merkezdi. Bu merkezin hedefi devleti ele geçirerek önce devleti sonra halkı ve hayatı kurtarmaktı. Merkezin gayrı tabii biçimde üretilen rızasız siyaseti ve seçkinliğe dayalı kısıtlayıcılığı bir süre sonra büyük tepkilere neden oldu. Bu tepkiye inkılapların üst yapıyı yani kültürü hedefleyen cebri değişim iradesine karşı sivil duruş eklendi. İnkılapların alt yapıya dair üretim, iktisat ve ekonomideki yurt sathına varmayan cılız teşebbüsleri tepkiyi iyice büyüttü. Önce Serbest Fırka ardından Terakkiperver Fırka, sonraları çok partili hayat ve merkez sağ iktidarlarla süreç giderek derinleşti. Anadolu hem kültürel bir çatışmanın ortasında kalmışlığın hem de iktisadi, siyasi, askeri ve bürokratik olarak merkeze ortak olamayışın hıncını nihayet AK Parti ile sandığa döktü. Bu merkeze ortak olamayışın sebebini doğrudan Kemalist kurucu aksiyoner tecrübede aramaktan ziyade; halkın seküler hayata ve modern devlete uyumsuz iktisadi ve siyasi çehresinde aramanın daha anlamlı olduğunu düşünüyorum. Nihayet AK Parti ile rövanşist reaksiyoner merkez artık büyük bir güçle kurulmuştu. Bu merkezin aktörü halk, yöntemi meşru rızaya dayalı tabandan siyasetti. Amacı devleti ele geçirerek önce ekmek, güven ve özgürlükten ibaret hayatı ve sonra da halkı kurtarmaktı. Seçkinliğe tepki olarak siyasi bir popülizmle üretildiği için önce seçkinliğin tüm kazanımlarını yıktı sonra yerine de örgütlü cehaletin siyasi vesayetiyle bir istila ve yağma kültürünü koydu. Merkezin seçkin karakteri aslında devlet demekti; bu yıkım ve istila doğal olarak ortaya bir beka sorunu çıkardı.
Siyaseten marjinalleşen partilerin iktisadi ve siyasi olarak hayatla bağı koptuğu için halktan uzaklaşır, kamusal menfaat ve mutabakat dağılır, dolayısıyla halkın da yeni bir merkez arayışı başlar, süreç hep bu döngüde işler.
Siyaseten marjinalleşen partilerin iktisadi ve siyasi olarak hayatla bağı koptuğu için halktan uzaklaşır, kamusal menfaat ve mutabakat dağılır, dolayısıyla halkın da yeni bir merkez arayışı başlar, süreç hep bu döngüde işler. Tükenen merkez değil, aslında merkezin siyasi temsilleridir. Bunun en temel sebebi de merkezin esaslı bir norma, kurallı ve kurumları olan verili bir sabiteye gelenekten beri bağlanamayışında aranabilir. Zira en geniş iktisadi ve siyasi mutabakatın ve menfaatin adresi olan merkeze talip olan partiler, bu zeminin belirsizliğinden hareketle zamanla menfaati kendi zümresine, mutabakatı kendi mahallesine çalar. Böylece merkez marjinalleşir ve tükenir. Döngü yeniden kurulur ve yeni aktörler sahneye çıkar; merkez böyle bir kısır diyalektikle döner durur. Bu durum kurucu aksiyoner merkezde de reaksiyoner rövanşist merkezde de ne yazık ki tam olarak böyle işlemedi. İki merkez de iktisadi ve siyasi olarak bir süre sonra marjinalleşmesine rağmen hayatı domine etmeye gayrı tabii yollardan devam edebildi. Merkez marjinalleşse de hayat kolayca düşmedi. Kemalist merkez bunu askeri vesayetle; rövanşist merkez kayırmacılıkla kurduğu ve hayatın dışında tutarak koruduğu nepotist kültürel sınıfla yaptı. Böylelikle kurucu merkezde marjinalleşmeye rağmen “askeri vesayet” merkezi ayakta tutarken; rövanşist merkezde marjinalleşmeye rağmen yüzde otuzlara varan “nepotist kültürel sınıf” sayesinde bu durum siyaseten dramatik bir değişikliğe dönüşmedi. Yeni muhalif siyasetin ve yeni potansiyel merkezin düğümlendiği yer de tam olarak burasıdır. Bugüne gelecek olursak ortada her türlü gayrı tabii müdahaleye rağmen yeni bir potansiyel merkez imkânı duruyor. Ben bu merkeze “kapsayıcı merkez” diyorum. Bu merkez aslında doğrudan kültürel gerilime ya da iktisadi sınıf çatışmasına dayanmıyor. Bu merkez post Marksistlerin iddia ettiği gibi aslında bir sınıfla şekilleniyor; ancak nihayet bu sınıf bir kültürel birlikteliğe ve hegemonyaya yaslanıyor. Ben buna tıpkı modern hayatın dışına kurulan, ekonomi dışı kayırmacılıkla ayakta tutulan, daha çok uç yoksullarla uç zenginlerden müteşekkil “nepotist kültürel sınıf”ın marjinal merkezine alternatif olarak şekillenen orta gelir gruplarından müteşekkil, modern hayatı emeği, birikimi, yeteneği ve teşebbüsüyle kuran şehirli ve eğitimli “meritist kültürel sınıf”ın merkezi diyorum. Bu anlamda imkân çok daha geniş zira yüzde otuzlara karşılık yüzde yetmiş gibi bir potansiyelden bahsetmek mümkün. Muhalefetin bu yeni kapsayıcı merkezi kurarken nepotist kültürel sınıfı gözden çıkarması gerekiyor. Bu kapsayıcı merkez imkânı, “meritist kültürel sınıf”a yaslanarak kurulabilecek hibrit bir merkez imkânı aslına bakarsanız. Bu merkez, siyaseten tabii bir meşru rızayla üretilen, aktörü her siyasi mahalleden gelen meritist kültürel sınıf olan; merkezi yeni ve global ölçeklerde kapsayıcı liyakate, kurallara ve kurumlara dayanarak seçkin kriterlere bağlamayı hedef alan bir merkez. Geçmiş iki tecrübe ile bu noktaya kadar hibrit bir özdeşim kurabiliyoruz. Bu noktadan sonra geçmişle radikal biçimde ayrışacak nokta; bu merkezin “devleti ele geçirerek” halkı ve hayatı kurmak yerine “devleti sınırlandırarak” hayatı genişletmek gibi bir farkı olabilir. Tabii bu bir tespitten ziyade bir temenni ancak bu anlamda sosyolojik alametleri de olan bir temenni; eğer aktüel siyasetle heba edilmezse memlekete seviye dahi atlatabilir. Bu yeni merkezle devlet ilişkisi bağlamında muhalefette üç ayrı zihniyet görmek mümkün… Birincisi “arkaik modernistler” olarak da adlandırılabilecek; geçmiş merkezler gibi devleti ele geçirerek merkezin keyfi biçimde devamını isteyen zihniyet. Bunlar kapsayıcı merkezin potansiyelini ve medeni hayatı doğrudan tehdit potansiyeli de taşıyorlar. Belirli yeni fırsatlar ve konjonktürel değişimler vaat etmekle birlikte; mesele sadece aktör değişimine hapsoluyor, sistemin temel sıkıntısı yani merkezle devlet arasındaki keyfi ve dengesiz ilişki devam ediyor. Devletin rolü ve aşkın gücü değişmiyor, merkezin sabitesi belirlenemiyor. İkincisi “kimlikçi post modernistler” olarak tanımlanabilecek, devletin otoritesini post modern keyfi kimlikler, kolektif aidiyetler ve çoklu aktörlerle sınırlamak isteyen zihniyet. Bu zihniyet sol liberal perspektiften kolektif kimliklere özgürlük temelinde devletin sınırlanmasını muhatapların keyfiliğine bağlayanlar olarak karşımıza çıkıyor. Mamafih, merkez ile devletin verili bir norma, kural ve kurumlara dayalı bir sabiteye bağlanmasını engelliyor. Kapsayıcı merkezin sistemi onarmaya dair potansiyelini de dolaylı yollardan tehdit ediyor. Devleti sınırlarken, keyfi aktörleri güçlendiriyor ve merkezi de bu aktörlerin inisiyatifine hapsediyor. Üçüncüsü “neo-modernistler” olarak tanımladığımız; modernleşme paradigmasının devamı niteliğinde, kurucu merkezle zımni bir uzlaşması olan, ulus devleti özgürlük güvenlik dengesiyle okuyan, birey-millet-devlet dengesini gözeten, vatandaşlığı bir imkân sahası olarak siyasi pratiğin aracı olmaktan çıkararak ideal hukuki pozisyonuna kavuşturmayı hedefleyen zihniyet. Bu zihniyet cumhuriyet paradigması ile aktüel siyasi pratik arasındaki makas açıklığına hapsolmuş tüm sistem sorunlarını ve birikmiş tecrübeyi, tüzel bir mutabakata dayanarak çözmeyi hedefliyor. Vatandaşlık üzerinden aracısız bir birey devlet ilişkisine dayanmakla beraber; vatandaşlığı da siyasi pratikten arındırmakla sistemi asırlardır süren “makbul-hain” ikileminden çıkarma fırsatını taşıyor. Bu zihniyet yeni merkeze talip olmakla kalmıyor; merkez ile devletin keyfi ilişkisini de verili bir norma, kurallara ve kurumlara bağlamayı amaçlıyor. Kapsayıcı merkezin de en güvenilir biçimde potansiyelini pratiğe çevirme fırsatını bu zihniyet oluşturuyor. Hukuki olanla siyasi olan, ideal olanla deneyime emanet edilen arasında oluşan tüm açıklıkları, insan olmanın imkânları ve zaafları dahilinde kapamaya yarayan bir manivelaya benziyor. Hukuki olana nihayet siyasi olanla, ideal olana deneyimle yaklaşmaktan başka şansımız olmadığına göre; siyaset yaparken hukuki olana, deneyime razı olurken ideal olana tüzel biçimde inanmış bir zihniyetten, elbette onu sınırlayacak ve dengeleyecek yeni dönemin çoklu aktörlerinden ve sosyolojinin konjonktürel değişiminden daha güvenilir hiçbir sahici aparatımız yok. Başarabilirsek ancak ve ancak bu denklemle başarabiliriz…