Pazar Politik Gündem

Post-Post-Kemalizm’de son durum: Eleştirinin eleştirisinin biçimsel bir eleştirisi

Abone Ol
Denilebilir ki 2015’ten bugüne post-Kemalist reçete ve tespitlerin geçersizliği fikrini ortaya çıkaran şartlar ortadan kalkmamış, aksine daha da belirginleşmiştir. Bu belirginleşme aslında eleştirinin eleştirisinin hem varlık sebebini ortaya koyuyor hem de onun savlarının altını daha da dolduruyor.

Loading...

İlker Aytürk’ün 2015 yılında Birikim Dergisi’nde çıkan ‘Post-post-Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken’ başlıklı makalesi, Türkiye’de entelektüel üretime bir şekilde dahil olan her birimden ilgi gördü. Bu ilgiye Kemalizm ile olumlu ya da olumsuz duygusal bağı bulunan, fakat entelektüel üretimin bir parçası olmayan bir kısım insanın azımsanamayacak seviyede ilgisinin de eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Makaleye gösterilen alakanın nedenlerinden biri tumturaklı ve provokatif başlığı olsa da bu biçimin altında yer alan içeriğin getirdiği farklılığın payı da büyük. Yazıda Aytürk, Türkiye’de entelektüel üretimin odağını ve zihinsel sınırlarını belirleyen hâkim ‘paradigma’ olarak öne sürdüğü post-Kemalizm’in derli toplu bir sunumunu ve takiben eleştirisini ortaya koyuyor. Eleştirisi, post-Kemalist paradigmanın yapıtlarına yöneltilen ilk eleştiri değilse bile, bunun derli toplu ve adının konularak yapıldığı ilk eleştiridir. Kanımca Aytürk, Türkiye’de sosyal bilimler alanında arka planda gelişen paradigmatik kırılmayı hem teşhis etti hem de ona ciddi bir ivme kazandırdı. Zira, onun bu teşhisini, prestijli sosyal bilimler dergilerinde dallanıp budaklanan bir tartışma ve yakın zamanda yayınlanan, kendisi ile Berk Esen tarafından derlenen Post-Post-Kemalizm: Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar kitabı takip etti. Ancak aldığı son haliyle post-Kemalizm ya da post-post-Kemalizm -adına her ne dersek- tartışmasının dönüştürücü, farklı ve olması gerektiği gibi cüretkâr bir yerden, uzlaşmacı, sıradan ve utangaç bir noktaya gerilediğini düşünüyorum. İşte bu yazının konusu bu gerilemedir. Öncelikle post-Kemalizm eleştirisinin, post-Kemalizm’in bir Kemalizm eleştirisi olarak ele alındığı durumda eleştirinin eleştirisinin ilk halini -2015’te çıkan makaleyi- temel alarak açıklayıcı ancak nüanslardan yoksun bir sunum ortaya koyarak başlayalım. İlk durumda post-Kemalizm 60’lı ve 70’li yıllarda askeri darbelerin getirdiği tahakküm ortamının kaynağı hakkında, “işinin ehli mütehassıslar” tarafından çok haklı sebeplerle konulmuş ‘yanlış’ bir teşhis olarak tanımlanıyor.[i] Aytürk’e göre post-Kemalistler, yakın tarihin ve bilhassa erken cumhuriyet döneminin kapsamlı bir eleştirisini ve bu eleştiri yoluyla resmi inkılap tarihinin yer vermediği gerçeklerin açığa çıkmasını, o yılların tahakküm ortamından çıkışın, yani özgürleşmenin ve demokratikleşmenin, bir reçetesi olarak görüyorlardı. İşte bu yüzdendir ki Mete Tunçay, Erik Jan Zürcher, Şerif Mardin, Nilüfer Göle, Büşra Ersanlı-Bahar, Taha Parla, Levent Köker gibi isimlerin başını çektiği düşünürler, resmi tarih anlatısının yer vermediği sorunlardan din ve kadın meselesine kadar geniş bir yelpazede yapıtlar ortaya koymuş ve erken cumhuriyet dönemi üzerine sanki varsayılanmış gibi değerlendirilen olumlu kabulleri tartışmaya açmışlardır. Örneğin Parla ve Köker, “o güne kadar çok başarılı bir milli kalkınma modeli olarak görülen Kemalizm’in, bir başka bakış açısından ne kadar vesayetçi, jakoben, tepeden inmeci ve seçkinci olabileceğini gösterdiler ve erken cumhuriyetin demokratik Türkiye’ye giden yolda geçilmesi gereken zorunlu ve olumlu bir merhale olduğuna dair yerleşmiş düşünce kalıbını kuvvetle eleştirdiler.”[ii] Yine Aytürk’e göre, bu liberal-sol eleştiri, dönemin sosyal ve siyasal koşullarında İslamcı-muhafazakâr ve Kürt siyasi hareketi ile ittifak edip toplumsallaşınca akademik sınırlarından çıkıp kitleselleşmiş ve nihayetinde 90’lı yıllarda Türkiye’de egemen entelektüel söylemin içeriğini ve sınırlarını belirleyen hâkim paradigma haline gelmiştir. Tam olarak bu entelektüel ittifakın pratik siyasetteki karşılığı olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 genel seçimleri sonucu iktidar partisi olması, post-Kemalist fikirlerin düşünsel alandaki iktidarından sonra artık siyasal alanda da temsil edildiği, hatta iktidar olduğu anlamına geliyordu. Buna post-Kemalist paradigmanın doruk noktası diyebiliriz.
Yerel akademinin son yıllardaki en heyecan verici ve dönüştürücü bu konusuna bile post-Kemalistlerden icazet alacağı bir kıyafet giydirilmesi, buna devam edildiği sürece, Türk siyasetinde yeni bir paradigmayı daha çok bekleyeceğimizi gösteriyor.
Aytürk, Post-Kemalizm’in entelektüel ve siyasal iktidarını sadece yerel dinamiklerin bir sonucu olarak değil, zamanın küresel, bölgesel ve akademik dinamiklerinin de bir getirisi olarak okuyor. Küresel düzeyde bunlar basitçe modernist Kemalizm ile temelden çelişkili olan post-modern düşüncenin yükselişi ve Kemalist ulus-devletin çatışmada olduğu çıpalar olan neoliberalizm, küreselleşme ve iletişim devrimidir. Bölgesel düzeye geldiğimizde ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasının Türkiye’nin bölgesel rolünü belirsizleştirmesinin bir sonucu olarak Türkiye’de kimlik siyasetinin güçlenmesi ve Körfez savaşlarının getirdiği keşmekeşin bir sonucu olarak Kürt halkının self-determinasyon hakkı talep etmesi temalarının öne çıktığını görüyoruz. Akademik alanda ise üç farklı eğilimin post-Kemalizm’i desteklediği bir durum söz konusudur. Aytürk, her ne kadar bunları üç gruba ayırdıysa da burada ben bunları iki başlık altında toplamayı tercih edeceğim. İlki, Edward Said’in Oryantalizm’i ve bunun bir çıktısı olarak güçlenen postkolonyal çalışmalar, ikincisi ise Kuzey Amerika merkezli Orta Doğu çalışmaları ile ilgilidir. İlk eğilimin sonucu, Kemalizm’in oryantalist bir düşünce olduğu algısının yerleşmesi ve Kemalist cumhuriyet anlatısı dışında kalan kişi, hareket ve konulara ilginin yükselişidir. İkinci eğilimin sonucu ise Orta Doğu’da demokrasinin ancak toplumun tabanından yükselen bir dalga ile filizlenebileceği inancının bir sonucu olarak İslamcı muhalefete açılan demokratikleştirici güç kredisidir. Nihayetinde tartışmanın ilk halinde post-Kemalizm’i besleyen, bunu yaparken Kemalizm’i zayıflatan yerel, küresel, bölgesel ve akademik etkenlerin bir toplamından bahsediyoruz. Aytürk, işte bu toplamın bir çıktısı olan post-Kemalist teşhisi yanlışlayan güçlü bir argüman ortaya koyuyor. Ona göre post-Kemalist teşhis, elitizm, vesayet ve en nihayetinde demokratikleşememe sorunlarını Kemalizm’e atfederek ve sorunların kökenini 1908-45 döneminde arayarak hem Kemalizm’i hem de sorunları tarihsel bağlamından kopartıyor. Post-Kemalistler İttihatçılığı ve Kemalizm’i karakterize eden şartları görmezden gelmiş, kadim Türk tarihinin her döneminde var olan elitizm, vesayet, anti-demokratik yönetim vasıflarını Kemalizm’in sırtına yüklemiştir. Bana kalırsa Aytürk’ün tek başına bu argümanı bile elitizm, vesayet, demokratikleşememe durumunu yalnızca erken Cumhuriyet döneminin bir analiziyle anlamlandırmaya çalışan post-Kemalist iddiaların tümünü yanlışlıyor.
Öncelikle şu soruyu soralım, yerel etkenler dışında, post-post-Kemalist durumu şekillendirecek olan bölgesel, küresel ve akademik etkenlerin ne olduğunun derli toplu bir sunumuna sahip miyiz? Değiliz.
Post-Kemalistlerin, Aytürk’ün yanlışladığı bu teşhislerine istinaden önerdikleri bir de tedavi yöntemi vardır. Bu yönteme göre, “Kemalist elitlerin sistem dışına ittiği iki büyük mağdur kitle, bir yanda muhafazakâr Müslümanlar diğer yanda ise Kürt halkı, demokratik haklarını kullanarak sıkıştırıldıkları çevreden merkeze yürüyecek, Kemalist vesayet sistemini adım adım geriletecekler ve bu sürecin sonunda gerçekten katılımcı, demokratik, insan haklarına, çok-kültürlülüğe saygıda dünya standartlarında yeni bir Türkiye Cumhuriyeti kurulacaktı.”[i] Aytürk, kendisine göre Kürt hareketinin Türkiyelileşme süreci hala devam ettiği için reçetenin bu kısmı için bir şey söylemiyor, ancak kalan kısım için 2015 koşullarında “muhafazakâr kitlelerin ve onların temsilcilerinin Türkiye’yi demokratikleştirecekleri tezini artık savunmak çok güçtür” yorumunda bulunuyor.[ii] Sanıyorum günümüz koşullarında böyle bir tezi savunmanın mantıksal zemininin tamamen yok olduğunu söylemek pek de iddialı olmaz. O halde post-Kemalistlerin hem teşhisleri hem de reçeteleri yanlışlanmış durumdadır ya da en azından eleştirinin eleştirisinin 2015 yılındaki ilk halinin biçiminin bizi ulaştıracağı sonuç bu olmalıdır. Fakat tartışmanın yeni biçimsel görünümü böyle bir çıkarımı tartışmaya açmakta, hatta böyle bir çıkarımdan artık vazgeçildiği görünümü bile vermektedir. Bu noktada post-post-Kemalizm’in çıkan kitap ile edindiği son halini biçimsel bir eleştiriye tabii tutmak için iyi bir konumda olduğumuzu düşünüyorum. Öncelikle şu soruyu soralım, yerel etkenler dışında, post-post-Kemalist durumu şekillendirecek olan bölgesel, küresel ve akademik etkenlerin ne olduğunun derli toplu bir sunumuna sahip miyiz? Değiliz. Halbuki böyle bir sunum, 2015’te yukarıda biçimini ortaya koyduğum tüm bu tartışmayı başlatan ilk makalede post-Kemalizm için etraflıca yapılmıştı. Eleştirinin eleştirisinin teorisyenleri -sanıyorum artık İlker Aytürk ve Berk Esen’e böyle demek yanlış olmayacaktır-, “2012’den itibaren dünyada siyasal İslam’a olumsuz bakılması” ifadesi dışında post-post-Kemalist paradigmanın içinde büyüyeceği yerel olmayan koşullar hakkında herhangi bir tartışma yürütmüyorlar.[iii] Böyle bir tartışmanın yapılmadığı durumda da post-post-Kemalist durumun “farklı kompartımanlara bölünme ihtimalini” ‘heyecanla’ karşılamak haliyle kaçınılmaz oluyor.[iv] Örneğin, post-Kemalizm’i 80’lerde ve 90’larda besleyen küresel rabıta post-modernizm iken, bugün post-post-Kemalizm’i şekillendirecek olan küresel rabıta nedir? O günün koşullarında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Körfez savaşları olarak ele alınan bölgesel etkenler post-post-Kemalist dönem için nelerdir? Post-post-Kemalist paradigma hakkında post-Kemalist paradigma ile karşılaştırmalı olarak akıl yürütmek için tartışmayı aynı biçimsel koşullar altında sürdürmek önemliydi. Ancak teorisyenleri post-post-Kemalist paradigmanın başlangıcı sayılabilecek Post-Post-Kemalizm kitabında bunu yapmıyor ya da yapmayı tercih etmiyor. İşte bu tartışmanın ilk hali ve son hali arasında benim gerileme olarak değerlendirdiğim bir farklılıktır. Bu farklılık önemli olmakla birlikte, tartışmanın ilk ve son halleri arasındaki biçimsel farkların ne tek örneğidir ne de en önemlisidir. İlk hali ve son hali karşılaştırıldığında, eleştirinin eleştirisinin uğradığı değişikliğin tespitini kuvvetlendirmenin ve iyice ortaya koymanın önemli olduğuna inanıyorum. Tüm açıklığıyla ifade edecek olursam daha en başından post-Kemalizm’e karşı ortaya koyulan argüman değişmiştir. Eleştirinin eleştirisinin merkezinde Türkiye’nin demokratikleşme sorununun kaynağı hakkında konulan post-Kemalist teşhisin ‘yanlış’ olduğu iddiası yatıyordu ki bu iddia tartışmanın ilk halinde Aytürk tarafından defaatle yinelenmiştir; “Post-Kemalizm Türkiye’nin bitmeyen vesayet problemine konulmuş yanlış bir teşhistir, hem de işinin ehli, çok önemli mütehassıslar tarafından konsültasyonla konulmuş bir yanlış teşhis. Başlangıçtaki yanlışlığı anlayışla karşılamak ve büyütmemek gerekiyor. Hatta akademik hayatıma 1980’li yıllarda başlamış olsaydım, aynı yanlışın altına ben de imzamı atardım diye tahmin ediyorum”[v]; “Bu aşamada, post-Kemalizm’in, Türkiye’nin demokratikleşme sorunlarına ve vesayet meselesine konulmuş yanlış bir teşhis olduğu konusundaki görüşümü yinelemeliyim.”[vi]
Post-Kemalizm tanımının biçimsel revizyonunun -yani onun yanlış olduğu iddiasından biçimsel olarak vazgeçilmesinin- bilinçli bir tercih olduğunu ve dolayısıyla sebebi üzerine akıl yürütmenin önemli olduğunu düşünüyorum.
Son halinde ise post-Kemalizm’in Türkiye’nin demokratikleşememe sorununa konulmuş ‘yanlış’ bir teşhis olduğu iddiası rafa kaldırılmıştır: “Daha önce post-Kemalizm, kısaca, Türkiye’nin demokratikleşememe problemine konulmuş bir teşhis ve önerilen tedavi paketinden oluşan bir düşünce paketi olarak tanımlanmıştı.”[vii] Görüldüğü üzere Esen ve Aytürk tartışmanın son halinde ‘yanlış’ ifadesine yer vermemiş, sadece ‘teşhis ve önerilen tedavi paketi’ ifadelerine yer vermiştir. Bu son cümleyle ilgili söylenecek gerçekten çok şey var. Biçimdeki değişikliği göstermek ve bunun ön planda kalması birincil hedefim olsa da tartışmanın bu yeni biçimini eleştirmek de bu yazının içeriğinin önemli bir parçası. Post-Kemalizm tanımının biçimsel revizyonunun -yani onun yanlış olduğu iddiasından biçimsel olarak vazgeçilmesinin- bilinçli bir tercih olduğunu ve dolayısıyla sebebi üzerine akıl yürütmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum çünkü ilk halinde ısrarla vurgulanan bu sıfatın son halinde unutulabileceğine ve bunu da işini çok iyi yapan imrendiğim iki akademisyen olan İlker Aytürk ve Berk Esen’in yapacağına inanmıyorum. Tercih bilinçli değilse bile -ben bilinçli olduğunu farz ederek devam edeceğim-, bu yazının savı aynen geçerlidir. Eleştirinin eleştirisi içerik olarak kendini büyük oranda muhafaza etse de bu içeriğin sunulduğu biçim her halükârda değişmiştir. Bir örnek daha ekleyecek olursak, Aytürk’ün ilk halinde “Temel iddiam odur ki bu paradigmada artık yolun sonuna geldik” diyerek sunumunu yaptığı içerik[viii], son halinde “Bu kitap, post-Kemalist paradigmanın günümüz Türkiye’sini anlamaya artık yetmediği önermesi üzerine kuruludur”[ix], “Bu çalışmaların gelecekte tamamen geçerliliğini kaybedeceğini düşünen veya yeniden post-Kemalizm öncesi akademik dünyamıza hakim olan kuram ve analizlere dönüleceğini bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir”[x] denilerek sunulmuştur. Sanıyorum ‘bir paradigmada yolun sonuna gelmek’ ile ‘artık anlamaya yetmemek’ ya da post-Kemalizm’in tamamen bitmesini bekleyenler için kullanılan ‘hayal kırıklığına uğrayabilir’ ifadesi arasındaki sunum farkı yeterince görünürdür ve kendisi için konuşmaktadır.
Şunu ortaya koymak önemlidir: Bugünün Türkiye’si, eleştirinin eleştirisinin ilk halinin doğduğu 2015 yılıyla karşılaştırıldığında, post-Kemalizm’in reçetesinin çalışmadığını gösteren daha çok ve daha kuvvetli ögeler içerir.
Şunu ortaya koymak önemlidir: Bugünün Türkiye’si, eleştirinin eleştirisinin ilk halinin doğduğu 2015 yılıyla karşılaştırıldığında, post-Kemalizm’in reçetesinin çalışmadığını gösteren daha çok ve daha kuvvetli ögeler içerir. Dolayısıyla denilebilir ki 2015’ten bugüne post-Kemalist reçete ve tespitlerin geçersizliği fikrini ortaya çıkaran şartlar ortadan kalkmamış, aksine daha da belirginleşmiştir. Bu belirginleşme aslında eleştirinin eleştirisinin hem varlık sebebini ortaya koyuyor hem de onun savlarının altını daha da dolduruyor. Böyle bir durum, reçetenin ‘yanlış’ olarak sunulduğu tanımın öne çıkarılmasını gerektirirken biz tam tersiyle karşı karşıyayız. Neden? Stratejik olduğunu düşündüğüm bu tercihi, metafor olarak ifade edilecek olursam, post-Kemalist paradigma ile onun güçlü gözüktüğü alanlardaki kabullerin post-post-Kemalist döneme transferi karşılığında uzlaşma çabasının bir yansıması olarak yorumluyorum. Ancak eleştiri ve eleştirinin eleştirisi arasındaki diyalektik etkileşimin sonucu yapay yollarla tasarlanamaz. Tez ve antitez arasındaki ilişkinin analitik olarak çözümlenip mantık kanallarıyla bir sonuca ulaştırılması mümkün olmadığı gibi post-Kemalist paradigmanın eleştirisinin sonucunun dizaynı da mümkün değildir. Sentez ancak kapsamlı bir çarpışmanın, diğer bir deyişle iktidar mücadelelerinin sonucunda mümkün olabilir ki bu, post-post-Kemalist dönemde Türk siyasetine ilişkin hangi kabullerin yer alacağı sorusunun bu entelektüel çarpışmanın ardından zaten doğal olarak cevap bulması anlamına gelir. İlker Aytürk ve Berk Esen ise ortadaki argümanı biçimsel olarak yumuşatarak uzlaşmacı hale getiriyor ve etkileşimin sonucunu adeta el yordamıyla belirlemeye çalışıyor. İşte bu da benim 2015’te açılan önemli yolun biçim olarak dönüştürücü potansiyelini yitirmesi ve sıradanlaşması olarak değerlendirdiğim durumdur. Buradaki değişikliğin Aytürk ve Esen’in düşüncelerinin değişmesi ya da post-Kemalist teşhisin yanlışlığı konusunda artık şüpheli olmaları gibi bir sebebi olduğunu düşünmediğimi belirtmeliyim. İçerik muhafaza edilmiş, hatta kitapta yapılan bazı ayrıntılı değerlendirmelerle güçlendirilmiştir. O halde biçimde yumuşama ve uzlaşma görüntüsü veren yukarıda örneklerini verdiğim kimi değişiklikleri dış etkenlerle açıklama yoluna gidiyorum: Neyin nasıl söyleneceği konusunda son sözü post-Kemalist paradigma söylemiştir. Demek ki post-Kemalizm’in paradigmatik olarak aşılması ve post-Kemalist ağların entelektüel üretimdeki belirleyici konumunun geride bırakılıp daha çoğulcu bir entelektüel atmosfere geçilmesi sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Son halinde biçimsel olarak tüm keskinliğini yitiren post-post-Kemalizm kitabına gelen eleştirilere şöyle bir bakınca bile ilk göze çarpan, aman burada Kemalizm övülüyor, histerisiyle kalkan post-Kemalist sopalar oluyor. Paradigmatik değişim, cüretkâr olmayı gerektirir. Yerel akademinin son yıllardaki en heyecan verici ve dönüştürücü bu konusuna bile post-Kemalistlerden icazet alacağı bir kıyafet giydirilmesi, buna devam edildiği sürece, Türk siyasetinde yeni bir paradigmayı daha çok bekleyeceğimizi gösteriyor. Kaynakça Aytürk, İ. (2015) ‘Post-Post-Kemalizm: Yeni bir Paradigmayı Beklerken’, Birikim, 319, 34–48. Aytürk, İ., & Esen, B. (2022) Post-post-Kemalizm Türkiye Çalışmalarında Yeni Arayışlar, (İstanbul: İletişim). [1] s. 35, 2015 [1] s. 36, 2015 [1] s. 46, 2015 [1] a.g.e. [1] s. 13, 2022 [1] s. 14, 2022 [1] s. 35, 2015 [1] s. 43, 2015 [1] s. 8, 2022 [1] s. 34, 2015 [1] s. 14, 2022 [1] a.g.e.