Post-Kemalist hezeyanlar ve Yetmez Ama Evet meselesi
“Kaç kişiydik ki, zaten evet çıkacaktı” demek ya kamusal meşruiyet yaratmayla ilgili rollerini bilmemek ya da yeniden muteber sayılma arayışıdır. Geçmişte “CHP hesap versin” diyenler, bugün kendilerini özeleştiriden bağımsız kılmak için türlü yollar deniyor.
Geçtiğimiz yazılarda detaylı biçimde anlattığım sağ ve sol Kemalizmin keskin ayrımlarına karşı, müesses nizama rağmen devlette makam sahibi olmuş Ecevit’i de, belki Türkiye siyasetinin en devletlû yanını temsil eden Demirel’i de “Kemalist”lik çuvalının içine sıkıştıran, hatta bununla da yetinmeyerek darbe döneminin Başbakan Yardımcısı olmuş olan Özal’ı anti-statükocu, darbeye açıktan meydan okuyan tek lider olan Ecevit’i ise “devletlû solcu” ilan edebilecek kadar neden-sonuç ilişkisinden yoksun bir görüntü çizmiştir post-Kemalistler.
Hâl böyle olunca, CHP’nin peşine düşen teorisyen ve pratisyenleri “aydın müsveddesi” sayan, CHP’yi hiçbir dönem beğenmeyerek tüm sorunların müsebbibi gören, buna karşın buldukları alternatif ise demokrasiyi demokrasi yapan kurum ve kuralları “statüko” kılıfı altında bertaraf etmeye çalışan Özal ve Erdoğan gibi otoriterleşme eğilimi taşıyan liderlerin devletin kurallarını kendi kurallarıyla ikame etme çabalarını sorgusuz destekleme tuzağına düşmek olan bir tarihçe yazmıştır post-Kemalistler. CHP’yi doğası gereği anti-demokrat sayarak hem CHP’nin tarihsel adaptasyon ve dönüşüm yeteneğini görmezden gelen hem de CHP’nin karşısında konumlanan her harekete de doğası gereği demokrat görünme imkanı tanıyan bu post-Kemalist zümre, bir yandan her şeyi Türkiye’yi demokratikleşmek için yaptığını iddia ederken, diğer yandan da CHP’nin en kötü dönemlerinde dahi yaptığı kavgalı-çok adaylı kurultaylar dolayısıyla onu “kurultaylar partisi”, “ülkenin en büyük kamburu” olarak isimlendirmiştir. Buna karşın onlar, beraber ülkeye “demokrasi” getirdiklerine emin oldukları AK Parti’nin neden bir kez bile çok adaylı kurultay toplayamadığını sorgulama zahmetine bile girmemişlerdir. Öte yandan demokrasi sorunumuzu çözmenin önkoşulunun Kürt sorununu çözmek olduğunu kabul ederken onu daha da problematik hâle getiren KCK tevkifatlarına ses çıkarmayan, bir diğer sorunumuz olan hukukun keyfi, hukuksuz ve hatta gülünç uygulamalarla eğilip bükülmesinin Kemalistler söz konusu olduğunda sorun olmayacağını düşünerek rövanşist bir zihniyetle Ergenekon-Balyoz kazanına odun taşıyan bu “aydınlar”ımız, sanki 12 Eylül 2010 öncesi demokrasi karneleri pekiyiymiş gibi davranmaktan vazgeçmeliler.
“CHP vakıf yapılsın” noktasına kadar gelen, yurtdışında yaptıkları anti-CHP (ya da pro-AK Parti) propagandalarıyla bazı AB’li sosyal demokrat temsilcileri “CHP’yi Sosyalist Enternasyonal’den çıkarıp AK Parti’yi alalım” noktasına kadar getiren bu hezeyanların Türkiye’yi getirdiği nokta ortadayken kalkıp, “Kaç kişiydik ki, zaten evet çıkacaktı” demek ya aydınların kamusal meşruiyet yaratmayla ilgili rollerini bilmemek ya da tüm bu süreçlerde yaptıkları gibi toplumu maharetle manipüle ederek yeniden muteber sayılma arayışıdır. Türkiye’nin 200 yıllık modernleşme hikayesinin tüm sorumluluğunu CHP’nin sırtına yıkarak neredeyse yarım asırdır “CHP hesap versin” naraları atan bu ittifak, “Yetmez Ama Evet” için hesap değil, özeleştiri isteyenlere karşı kendini özeleştiriden bağımsız kılmak için türlü yollar deniyor. Belli ilkelere ulaşmak, çağın hakim “ideal modernite” rüyasını yakalamak amacıyla yapılan devrimleri ve imkanlar dahilinde modernleşme çabalarının sebep olduğu tüm krizleri “CHP bagajı”na yükleyen ve ilkeleri kenara bırakarak faillere odaklanan bir tarih okumasına sahip olan bu aydınlarımız, faillerinden oldukları referandum sürecine gelince fail odaklı tarih okumalarını ilkesel olanla ikame ediyorlar. Herkes hata yapabilir, ancak hatanın faturası tüm topluma çıkıyorsa eğer hesap sorma hakkı da faillere değil maktullere, yani topluma aittir. Toplum ise post-Kemalist “aydınlarımız”dan yıllarca CHP’ye vaaz ettikleri “Özeleştiri, demokratikleşmenin temelidir” mottosunu kendilerinin uygulamasından başka bir şey beklememektedir.