Polonya, Hindistan ve Şili’den Türkiye için dersler

Abone Ol
Yeni iktidarlar için her zaman başta ekonomide olmak üzere iyi bir yönetim sergilemek başarı için, yani sistemi yeniden yapılandıracak halk desteğini baki tutmak için şart.

Loading...

“PiS’i (Polonya’da iktidardaki Hukuk ve Adalet Partisi) arıyorum, bir gün içinde olumlu olumsuz geri dönen oluyor, görüşme verimli de geçse verimsiz de geçse, en azından konudan sorumlu biriyle görüştürülüyorum.. Ama PO’yu (ana muhalefet Partisi Medeni Platform Partisi) aradığımda uzun süre dönen olmuyor çoğu kez, sonunda birisiyle görüştüğümde de o kişinin ilgili konudan sorumlu kişi olup olmadığından emin olamıyorum. Aynı şeyi Hindistan’da da yaşadım. BJP’yi (iktidardaki Hintli Halk Partisi) aradığımda hemen geri dönülüyor, ama muhalefetteki Kongre Partisi’ni aradığımda çok zor sonuç alıyorum.” Bu gözlemi geçenlerde katıldığım bir davette, Hindistan, Polonya ve daha birçok ülkedeki önemli partilerle çalışan Hint asıllı bir danışmandan duydum. Tabii birbirinden çok farklı iki ülkedeki bu benzer parti davranışlarını açıklamak kapsamlı bir tarihsel, kurumsal ve sosyolojik analiz gerektirir. Ben ise burada çok daha basit bir analiz yapacağım. Bu iki örnek ve hafta sonu Şili’de genç ve ilerici iktidarın kaybettiği referandum üzerinden, Türkiye’de muhalefetin başarması gerekenlerle ilgili bazı dersleri tartışacağım. Polonya’da PO ve Hindistan’da Kongre Partisi’nin ortak noktaları ne olabilir? İlk bakışta ikisi de sol ve laik partiler. PO aynı zamanda liberalizm ve Avrupa Birliği’yle özdeşleşmiş bir parti. Ama asıl daha önemli benzerlik bence başka. Her ikisi de mevcut “yeni otoriter” iktidarlar öncesindeki sistem ve siyasal elitlerle özdeşleştirilen partiler. Kongre Partisi, Britanya’nın bir sömürgesiyken Hindistan’a 1948 yılında bağımsızlığını kazandırmış ve modern Hindistan devletini inşa etmiş olan, ülkenin kurucu partisi. Hindistan’da önemli modernleşme ve kalkınma hamleleri gerçekleştirmiş, aynı zamanda bu dev ülkeyi 20. Yüzyıl boyunca bir arada tutmayı başarmış. Bunu yapabilmesinde de bu kadar büyük ve heterojen bir ülkede birlikteliğin ve barışın tutkalı olan laikliğin önemi büyük. Ancak tüm bu başarılarına rağmen Kongre, halkın önemli bir kısmının yirminci yüzyıl boyunca ülkeyi yönetmiş olan siyasal elitlerle özdeşleştirdiği, bu elitlere ve kurdukları sisteme duyulan tüm hoşnutsuzlukların nesnesi olarak görülen bir parti. BJP de en son 2014’te, bu hoşnutsuzlukları temsil etme iddiasıyla iktidara geldi. Çok farklı bir bağlamda da olsa, PO için de benzer bir durum söz konusu. Polonya 1989-1991 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin boyunduruğundan kurtulup bağımsızlığına kavuştu. Aynı zamanda otoriter komünist parti rejiminden çok partili demokrasiye geçti. 1991-2015 yılları arasında Polonya yeni bir devlet ve demokrasi inşa etti ve sosyalist ekonomiden kapitalizme geçti. Tüm bu dönemde egemen olan kurucu ideoloji liberalizm ve kısmen sosyal demokrasiydi. Bu dönemde ülkeyi yöneten siyasal ve kültürel elitlerin kurucu ülküsü de Batı Avrupa ve Avrupa Birliği’yle bütünleşmek oldu. İşte PO da bu dönemde ülkeyi yöneten siyasal elitlerle ve kurucu ideolojileriyle özdeşleştirilen bir parti. Partinin genel başkanı, 2014-2019 yılları arasında Avrupa Konseyi’nin başkanlığını yapmış olan, 2021’den beri Avrupa’daki liberal ve Hristiyan-Demokrat partilerin bir konsorsiyumu olan Avrupa Halk Partisi (EPP)’nin başkanı da olan Donald Tusk.  Aslında Polonya 2015 yılında PiS’in iktidara gelmesine kadar hem demokrasi hem de ekonomik gelişme açısından Orta Avrupa’nın en başarılı ülkelerinden biri olarak görülüyordu. Ama bu dönemde kurulan siyasal, sosyal ve ekonomik sistemin önemli eksikleri de vardı.  PiS, bu eksikleri ve onların sorumlusu görülen siyasal elitlere duyulan tepkiyi kullanarak, bunlara alternatif bir model geliştirmek iddiasıyla seçildi ve gene bu hissiyata dayanarak desteğini sürdürüyor. Yani Hindistan’da BJP Polonya’da da PiS, söz konusu ülkeleri uzun süre yönetmiş olan kurucu siyasal elitlerin kendi başlarına görmeyi ve düzeltmeyi başaramadıkları ideolojik ve politik sorunlara dayanarak, bu eksiklerin yarattığı sessiz tepkiyi temsil ederek iktidara geldiler. Tabii PiS ve BJP’nin “dindar” (Polonya’da Katolik Hindistan’da Hindu) ve milliyetçi partiler olmaları da önemli bir benzerlik. Ama bu benzerliği salt milliyetçilik ve tutuculuk penceresinden okumak yetersiz bir analiz olacaktır. Halk “din ve milliyetçiliği” satın alıyor gibi kolaycı bir sonuca varmak yerine, bahsettiğim toplumsal tepkileri neden liberalizm, laiklik veya sosyal demokrat partiler değil de tutucu-milliyetçi partiler temsil ediyor sorusuna odaklanmak daha doğru olur. Sorun bazen ideolojiden çok siyasal örgütlenmede olabilir. Tabii tüm bunlar BJP ve PiS’in iktidara gelince neden demokrasiyi, örneğin yargı ve medya bağımsızlığını adım adım ortadan kaldırdıklarını, kurumları ve milli ekonomiyi yandaş oligarklara peşkeş çektiklerini açıklamıyor. Eğer iktidarlarını eskisinden daha kapsayıcı ve adil bir sistem kurmak için kullansalardı o  zaman çok farklı bir şey tartışırdık. Bu ayrı bir konu. Bizim için önemli olan soru şu: bu tür iktidarlara karşı demokrasi isteyen muhalefet nasıl başarılı olabilir? Hindistan’da Kongre veya Polonya’da PO, veya bu ülkelerde oluşacak başka demokratik muhalefetlerin: mevcut iktidarlar öncesindeki sistemin eksiklerini en doğru şekilde okumadan, bu eksikleri düzeltmeyi güvenilir şekilde vaat etmeden, yani yeni şeyler söylemeden ve yeni bir düzen kurmayı vaat etmeden, yeni bir yönetici elit imajı çizmeden iktidara gelmeleri ve demokrasiyi yeniden inşa etmeleri zor gözüküyor. Tabii her iki ülkede de muhalefetin kurucu ideolojilerini reddetmeleri ne mümkün ne de arzu edilir olur. Eskiyi reddetmeden yeni ve daha iyi bir gelecek önermeleri gerekiyor. Peki yeni bir sistem nasıl kurulur ve başarılı olur? İşte tam bu konuda da Şili’deki referandum bize çok şey anlatıyor. Haftasonu oya sunulan referandumda iktidarın yeni bir şey vaat etmediği iddia edilemez. Tam tersine Şili halkına çok yeni ve ilerici bir sistem sunuyordu. Ama yüzde 62’ye 38 gibi büyük bir farkla reddedildi. Şili’nin mevcut anayasası ülkeyi 1973-1988 arasında yöneten kanlı diktatör General Pinochet döneminden kalma. Ülke 1988-90 (hatta 1990-98 denebilir) arası bir geçiş dönemi sonrası başarıyla demokrasiye geri döndü ama bizdeki 12 Eylül anayasası gibi otoriter rejimin yaptığı anayasa değişmeden. O zamandan beri gene bizde olduğu gibi birçok değişikliğe uğrayan ama iskeleti aynı kalan “Şili’nin 12 Eylül anayasası”, ülkedeki başta gelir dağılımındaki eşitsizlikler olmak üzere birçok toplumsal sorunun nedenlerinden biri olarak görülüyordu. Ülkedeki eşitsizlikler 2019’da öğrenci hareketinin önderlik ettiği sosyal bir patlamaya dönüştü. İşte bu bu hareketin liderlerinden Gabriel Boric, 2021’de yeni bir anayasa ve Şili vaadiyle, 35 yaşında ve büyük bir halk desteğiyle dünyanın en genç başbakanı oldu. Seçilmesi Şili halkının mevcut siyasal elitleri reddi anlamına da geliyordu. Boric hemen akabinde de söz verdiği ve haftasonu referanduma sunulan anayasa yapım sürecini başlattı. Peki ortaya çıkan yeni anayasa neden reddedildi? Bundan Türkiye’de muhalefet için ne gibi sonuçlar çıkabilir?
  • Yeni iktidarlar için her zaman başta ekonomide olmak üzere iyi bir yönetim sergilemek başarı için, yani sistemi yeniden yapılandıracak halk desteğini baki tutmak için şart. Devleti, yasaları ve siyasal sistemi yeniden yapılandırmak önemli olsa da halkın çoğunluğu için öncelik her zaman ekmek ve güvenlik oluyor. AKP de 2002’de “karşı-elit” bir ideolojiyle iktidara gelse de anayasayı değiştirmek için 2010’a dek bekledi. Önce yönetimde kendini ispatladı ve gücünü konsolide etti. Boric yönetimi ise özellikle Kovid döneminde ekonomi yönetiminden yeterince başarılı olamadı. Türkiye’de olası bir iktidar değişikliğinde de yeni iktidarın önceliği ekonomi yönetimi olmak zorunda. Ekmeğin yolu özgürlükten olduğu kadar özgürlüğün yolu da ekmekten geçiyor. Malezya örneğinin de gösterdiği gibi, otoriter iktidarlara karşı iktidara gelmek demokrasiye geçmek için yolun sadece yarısı. Başarısız olup yeniden muhalefete düşmek de var.
  • Şili örneği anayasa yapım süreçlerinde kolaycı doğruların olmadığını gösteriyor. Anayasa taslağı kâğıt üzerinde çok kapsayıcı ve demokratik bir süreçle hazırlandı. Ama ne yeni anayasayı yazan kurucu meclis yeterşnce kapsayıcı ve temsiliyetçi olarak şekillendi ne de yazılan anayasa taslağı. Kurucu meclis nispi temsil sistemiyle ve yüzde 50-50 kadın-erkek eşitliğini sağlayan kurallarla seçildi. 155 sandalyenin 17’si Şili’nin “yerli” halklarından temsilcilere yüzde 5’i de engelli vatandaşlara ayrılmıştı, altı temsilci de LGBT+ temsilcilerden seçildi. Seçimler (Pinochet dönemine ve mevcut anayasaya görece daha ılımlı bakan) ve başkanlık makamını da elinde tutan sağ partiler için bir hezimet oldu. Sandalyelerin sadece yüzde 21’ini kazanabildiler. Sol ve liberal ideoloji kurucu mecliste orantısız temsil buldu.
  • Tüm bunlara rağmen meclis minimalist ve Şili’deki dengeleri yansıtan bir anayasa yazmayı seçebilirdi. Ama neticede yazılan anayasa sol ve liberal ideolojinin baskın olduğu bir metin oldu. Pinochet anayasası ne kadar sağ ideolojiyi kayırıyorsa taslak da sol ideolojiyi yansıtıyordu. Evet, benim de umutla baktığım, çevre ve sosyal haklar gibi çok “ilerici” kazanımlar içeriyordu. Şili’yi “çok uluslu” (plurinasyonal) bir devlet olarak tanımlıyor ve yerli halklara kendi geleneksel hukuklarını yaşama hakkını tanıyordu. Ama anayasa taslağı reddedilince tüm bu hakların hayata geçme şansı da olmadı.
  • Taslak çok uzun idi (170 sayfa, 388 madde). Tüm dünyada son on yıllarda, aslında siyasetin çözmesi gereken konuları anayasalara yükleme eğilimi var. Bu kanaatimce olumlu bir trend değil. Etnik-bölgesel eşitlikten cinsiyet eşitliğine, kürtaj haklarından giyim özgürlüğüne birçok meseleyi örneğin Meclis’te ve partiler arası müzakere ve toplumsal uzlaşma yoluyla çözmek yerine anayasa yaparak çözmeye çalışmak, bu meseleleri kazan-kaybet meselesi yapıyor ve toplumları kutuplaştırıyor.
  • Gene tüm dünyada ve Türkiye’de siyasal partilere ve siyaseti iş edinmiş “siyasetçilere” haklı tepkiler var. Ama bu tepkileri aşırıya kaçırmamak ve siyasal partilerin önemini yadsımadan farklı örgütlenmelerle desteklemek ve denetlemek gerekiyor. Toplum adına müzakere yapmakta, iktidar mücadelesini düzenlemekte, herhangi bir ideali hayata geçirebilmek için elzem siyasal kampanya yürütmekte, hiyerarşik örgütlenmeler olan siyasal partilerin oynadığı hayati roller var. Şili’de yeni anayasayı yazan meclisin büyük çoğunluğu (üçte ikisi) “yeni siyasetçilerden” yani bağımsız ve genç adaylardan oluştu. Ama özgürlükçü ve eşitlikçi ideallerini hayata geçirmekte, en azından son referandum itibarıyla başarısız oldular. Tabii her şeyin sonu da değil.
Bu “köşedeki” yazılarımda Türkiye’de muhalefetin başarmaya çalıştıklarının küresel öneme sahip olduğunu, eğer demokrasiye geçişi başarabilirsek bunun Türkiye’nin dünyadaki imajına çağ atlatabileceğini sürekli vurguluyorum. Küresel bir örnek olmak mutlaka küresel olayları dikkatle takip etmeyi ve ders almayı gerektiriyor. Unutmayalım ki Cumhuriyet böyle kuruldu. Tam demokrasiye ulaşmak da ancak böyle olabilir.