Peki ne yapmalı?
Yeni bir demokrasi kültürü yaratmak istiyorsak kamusal tartışma zeminini cinnet ortamlarından arındırmak, bu ortamı zehirleyenlerin, avamlaştıranların kamusal görünürlüğünü azaltmak ve vatandaşın karşıtının vatandaş değil, müesses nizam olduğunu hatırlamak zorundayız.
Modernleşmenin başlı başına sancılı bir süreç olduğu unutulup, onun bütün yükünün Kemalizme ve CHP’ye yüklendiği post-Kemalist paradigmanın AK Parti yıllarında çöktüğünü söylemek çok da abartılı olmayacaktır. Bunun nedeni, post-Kemalizmin, “askeri vesayeti” tasfiye ederek ulaşmayı hedeflediğini iddia ettiği plüralist bir devlet mekanizmasının ortaya çıkmadığına hep birlikte şahitlik etmiş olmamızdır.
Post-Kemalistlerin “elitizm” olarak kodladıkları bu durumun ortadan kalkması, onların iddia ettiği gibi plüralist değil, otoriter popülist bir rejim doğurmuştur. Başka bir ifadeyle Türkiye, asgari düzeyde de olsa suç ve yaptırım arasında neden-sonuç ilişkisi kurulabilen bir kaliteli otoriterlikten, suç ve cezanın kanunlara göre değil, iktidar partisine olan mesafeye göre belirlendiği kalitesiz bir otoriterliğe doğru yol almıştır. Dolayısıyla Türkiye’yi demokratikleştirmeye niyet etmiş her birimiz, “mezarlık bekçiliği” yapmayı bırakarak öncelikle şunu sormalıyız: “Türkiye’de büyük bir paradigma değişimi olduğunu sanırken neden her şey eskisinden de beter oldu ve nasıl daha iyi olabilir?”
YAE’NİN YANILGISI
Kendi adıma bu sorunun birkaç cevabı olduğunu düşünüyorum. İlk olarak YAE grubu ve bir grup post-Kemalist, bütün tarihsel eleştirileri esastan olmaktan çok usulden (devrimin yöntemi) olmasına karşın, ‘hayır’ blokunun “postal-yalayıcı” ilan edildiği bir ortamda bu kez usulü önemsememiş ve esasın peşine düşmüştür. Ayrıca onlar, bu tür bir cinnet ortamında girilen 27 Mayıs’tan 28 Şubat’a hiçbir sürecin Türkiye’ye uzun vadede bir yarar sağlamadığına gözünü kapatmışlardır. ‘Evet’ten yana olanları mutlak demokrat, ‘hayır’dan yana olanları tartışmasız vesayetçi ilan eden bu cinnet ortamının, popülizm literatürüne biraz aşina herkes, sağ popülist bir rejime evrilme ihtimalinden çekinir, çekinmelidir. Ancak bu dönemde (bugün her ne kadar reddedilse de) “devletin bağırsaklarını temizlemesi”nden, “200 yıllık çarpık modernleşme hikayesinin sonu geldiği”nden ve artık bizatihi halkın seçkinlerin elinden iktidarı aldığından bahsedilen popülizmle harmanlanmış rövanşist bir tutum takınılmıştır. Dolayısıyla bu tutum, tersiyle düşünüldüğünde, çoğu kazandığı sınırlı gelirle kültür-sanat hobilerine pay ayıran ‘hayır’cıları da devletin pisliklerden arınmasını istemeyen, “çarpık modernleşme” düşkünü ve “Beyaz Türk” ilan etmiştir.
Bu yönüyle iki tercihli bir imkan sunan referandumda halkın yarısına pejoratif bir üslupla yaklaşılırken, diğer yarısını ise bizatihi “halkın kendisi” ilan eden bu anlayışın yabancılaştırdığı ilk kısımdakileri de “halkın kendisi” yapmak için yaşam alanlarına müdahale için fırsat kovalayacağı ihtimaline gözler kapatılmıştır. Bu körlüğün nedeni de yukarıda ifade edilen cinnet ortamıdır. Büyük bir kakofoni ve güç zehirlenmesini içinde barından toplumsal cinnet ortamlarında, çocukluk yıllarında mahallenin sesi erken gürleşen şımarık çocuklarının acımasız şakalarının makulleşmesi gibi doğruyla yanlış yer değiştirebilir. Son tahlilde yapılan bu hatayla ilgili çıkarılması gereken ilk ders, bu tür kavgalı mahallelerin aralarında yaptığı maçları andıran ortamlarda, kamusal görünürlüğü fazla olan öznelerin, entelektüellerin oyunu yumuşatmaya çalışmasının hayati olduğudur. Yoksa bugün olduğu gibi yaşanan sakatlıklar dolayısıyla maç tatil edilme noktasına bile gelebilir.
PEKİ YA DİĞERLERİ?
Referandum döneminde ‘hayır’ blokunun başat aktörü olan CHP, 12 Eylül sonrasında yerel, 1990 sonrasında da özellikle Doğu Blokunun çökmesi dolayısıyla evrensel sahada yaşadığı kimlik bunalımı içinde İslami gelenekten gelen insanların 12 Eylül sonrasında yaşadığı dönüşümü ve ayrışmayı anlayamadı, anlamaya çabalamadı. İki satır Seyyid Hüseyin Nasr, Fazlur Rahman, Hasan Hanefi okumadan bu gelenekten gelen bütün aktörleri “demokrasi karşıtı” ilan ederek onların müesses modernleşme ve demokratikleşme tanımlarının insan doğasından çevreye kadar verdiğini iddia ettikleri çok boyutlu zarara dönük eleştirilere kulak asmadı. Astıysa da başından takiyeci ilan etti. Kürt hareketi ve siyasal İslam’ın yükselişiyle beraber rejim muhafızlığı kaygısıyla 40 yıllık büyük dönüşümünü kenara bırakıp demokrasinin tartışma kültürü gerektirdiğini unutarak bu iki konuyu ve bu alanlardan gelen kitlesel talepleri tartışma alanının dışına çıkarmaya çalıştı. “İrtica” ve “bölünme” korkularını pompalayarak Atatürk’ün arkasına saklanmayı siyaset yapmak sandı. Günün sonunda AK Parti gerçekliğiyle karşılaştığındaysa kapsayıcı olduğundan çok daha dışlayıcı bir aktör görüntüsüyle AK Parti’ye yegane kapsayıcı aktörmüş gibi davranma şansını altın tepside sundu. Alternatif bir beyanla CHP, AK Parti’ye “CHP üyeleri ve elitler içindir, biz ise halk için” imajı çizebilecek bir eylem ve söylem pratiği benimsedi. Dolayısıyla bu günlere gelmemizde etkili olan bu ikinci noktadan da çıkarmamız gereken ders, demokraside hiçbir talebin “tartışılamaz” alana çekilemeyeceği gerçeğidir. Çünkü bunun doğal sonucu, bu talebi taşıyan kişi ve kitleleri de sistematik olarak dışlamak olacaktır.
Sözün özü, yeni bir demokrasi kültürü yaratmak istiyorsak kamusal tartışma zeminini cinnet ortamlarından arındırmak, bu ortamı zehirleyen, avamlaştıranların kamusal görünürlüğünü azaltmak; demokrasinin tartışma kültürünü bile tartışmak olduğunu hatırlayacak şekilde kendi doğrularımızı mutlak değer parantezinden çıkarmak ve vatandaşın karşıtının vatandaş değil, vatandaşı vatandaşa kırdırmaya çalışan müesses nizam ve onun temsilcileri olduğunu hatırlamak zorundayız.